28 Eylül 2012 Cuma

Kel

- Biyo-oksin-men şampuanları Müşteri Hizmetleri birimi ben Selin nasıl yardımcı olabilirim?
- Aloo
- Buyrun efendim
- Aloo kimle görüşüyorum.
- Selin ben efendim, buyrun size nasıl yardımcı olabilirim? (ikinciye söylüyorum farkında diil)
- Mahkemeye vercem sizi ben, nasıl iş bu kardeşim.
- Nasıl efendim? (Nooluyo yaa!) Nasıl yardımcı olayım size? (uff bugün söylediğim kaçıncı aynı cümle oldu bu, yakında eve girerken de böyle diyerek girecem, annem de beni direkt bakkala yollayacak valla)
- Şimdi Selin Hanımcım, ben sizin şampuanınızdan şikayetçiyim, bu iş mahkemede biter.
- Tabii efendim yardımcı olalım, nedir şikayetiniz?
- Şimdi bakın, biz bu şampuanı aldık, aldık da ne için aldık.
- Ne için aldınız efendim? (eyvah, saç için almadın mı yoksa)
- Kafamızdaki saçlar dökülmesin diye aldık di mi ama, kelliği önleyelim diye aldık, öyle değil mi hamfendi?
- Evet efendim, zira sloganımız da aynı şekilde; kelliğe son, saçlarınıza özgürlük. Peki şikayetiniz nedir efendim, yardımcı olalım (oh, demek doğru yere sürmüş)
- Şimdi biz bu şampuanı bol bol sürdük kafamıza, her gün yıkadık ki saçlarımız gürleşsin, güçlensin diye. Üşenmedik her gün bol bol kullandık.
- (E yuh istersen haftada bir yıkansaydın) Tabii efendim, sizi dinliyorum
- E nooldu biliyor musunuz?
- Nooldu efendim? (Yoksa gene mi 'işe yaramadı' diicek)
- Valla hamfendi, söylemeye utanıyorum... ama var ya şeyden bi başladı, enseden bi başladı taa kuyruk sokumuna kadar yani. öyle böyle diil.
- Nedir o efendim (noolmuş yav anlamadım bişey)
- Kıl efendim, kıl
- Nasıl efendim, sırtınızda kıl mı çıktı? (eyvah, nasıl olur bu yaa)
- Aynen Selin Hanımcıım, bol bol kullandık, avuç avuç yıkadık saçları, çabuk çıksın istedik, kelleşmeyelim istedik, bol bol köpürte köpürte yıkadık... ama var ya, her yıkayışımızda saçtan aşağıya doğru akan şampuanlar her tarafımızda kıl çıkarttı.
- Sırtınızda mı efendim? (yok artık daha neler. bu arada neden hep 'biz' diyor ki bu adam)
- Sırtla kalsa gene iyi, ense, göğüs, kollar, bel, göbek, şampuan nereye temas ettiyse her tarafta kıllar çıkıyo, durduramıyorum hamfendi. Şampuanı bıraktım hala çıkıyolar, tüy dökücü kremler kullandım olmadı, ne yaptıysam olmuyor hamfendi. Şikayetçiyim ben mahkemeye vercem sizi.
- Anlıyorum efendim (neyi anlıyosun kızıııım, bu tuhaf cevaplama cümlelerini bize neden ezberlettilerse artık, bak adamın cinleri iyice tepesine çıkacak şimdi)
- Nesini anlıyosun hamfendiiii. Hem sadece sizi değil, o biosilsin ve bioerkek şampuanlarını da mahkemeye verecem. Sürüm sürüm süründürecem sizi.
- (Ne alaka yaa) Anlamadım efendim, onları neden mahkemeye vereceksiniz?
- Hepiniz aynısınız da ondan. Zaten hata bende, neden alıyorsam böyle ürünleri. Bakın her seferinde 3 şampuanı da güzelce avucumda karıştırdım. Saçlarım çabuk çıksın diye hepsini bir arada kullandım. Köpürte köpürte kullandım. Uzun uzun köpürttüm. Bol bol saçıma masaj yaptım, yıkadım. Ahh ulan aaahh, hata bende zaten. Size güvenmekle en büyük hatayı ben ettim, ben. Güvenilir mi ulan size, güvenilir mi hiç?! Saçım zenci saçı gibi gür ve kıvır kıvır oldu, bonus kafa gibiyim, heryerimde tüylenmeler oldu. Yaz ortasında siyah kazakla gezer gibiyim sayenizde.
- (Ohaaa bee. çüüş) Evet efendim, ben sizi Hukuk Birimine bağlıyorum efendim
- Bağla beni bağla. Elimden kurtulamııcaksınız, hepinizi süründürecem...
- Kim arıyor diyelim
- Necati deyin Necati... Yakında hepiniz tanıyacaksınız beni zaten...Tanıtacam size kendimi, kolay bırakmııcam peşinizi.
- (E tanııcaz artık :D ) Bağlıyorum efendim.

25 Eylül 2012 Salı

Ayna

Acilin dış kapısı sert bir hareketle açıldı. İki sağlık ekibi aralarındaki tekerlekli sedyeyi hızla içeri taşıdılar. Sedyede yüzüstü yatırılmış adam sayıklıyordu. “Karıcıım...kar...du bi dakkaa...açıık.. açıklayabilirim”



Bir anda ortalık hareketlenmiş, tüm hemşireler ve iki doktor hastanın başına gelmişti bile. Biri “Damar yolu açalım” derken, bir hemşire de “hastayı şu yatağa alalım” diyordu. Hastaya en yakın doktor adama eğildi “herhangi bir şeye alerjiniz var mı” diye sordu. Fakat adam sanki orda değilmişçesine hala tuhaf sesler çıkarıyordu “Karıcıım noolur...açıklaya..”
Üzerinde sadece bir kot pantolon olan adamın  sırt kısmında ve başının arkasında kesikler ve kan izleri vardı. Her ne kadar adamdan çok kesif alkol kokusu yükseliyorsa da, tüm doktorlar adamın beyin sarsıntısı geçirmiş olabileceğini düşünüyorlardı. Doktorlardan biri ambulans görevlilerine sordu "Noolmuş?"

"Sırtına ve başına darbe almış, ayna düşmüş adamın üzerine" dedi bir görevli, hınzır bir gülümseme suratını kaplamıştı. Herkes şaşkınlıkla görevliye baktı, nasıl olurdu ki böyle bir şey, "aynayı taşıyordu herhalde" diye mırıldandı bir doktor ama zaten hiçbirisi oluş şekli ile ilgilenmiyor, bir an önce yaraları temizleyip dikmeye ve oradan da beyin tomografisine göndermeyi planlıyorlardı. Zira adam sürekli sayıklıyordu. Başına aldığı darbe ciddi olabilirdi.
Necati ve ben şaşkınlıkla olanları izliyorduk. Stajdaki henüz 3üncü günümüzdü ve sadece o geceye kadar değil, doktorluk kariyerimiz boyunca karşılaşacağımız en ilginç vakalardan biri olacağını hiç tahmin edemiyorduk.
Adamın yaraları hızla temizlendi, dikişleri atıldı ve çabucak MR odasına götürüldü.
Tam bu sırada, Acil'in büyük giriş kapısı tekrar hışımla açıldı ve hafif toplu bir kadının sesi tüm acilde gür bir şekilde yankılandı

"Nerde o? Nerde o bakiiim? Gösterin çabuk o hovardayı bana!"
"Kim, teyzeciimm" diye atıldı Necati. Nerdeyse tüm ekip MR odasına gittiğinden bir tek ikimizi orda ayakta gören kadın, o çok kızgın surat ifadesiyle, bize doğru yönelmişti.
"Kim olacak, benim hovarda kocam" dedi kadın. "Hiiç tedavi etmeye kalkışmayın. Tüm dikişlerini birbir açıcam onun. Nerde o, nerdeee?" diye bağırırken, hızla perdelerle ayrılmış bölmelere yönelip, teker teker açıp kontrol etmeye başladı.
"Nooldu ki teyze?" dedi tekrar Necati. Şaşkınlığımız daha da artmıştı.
"Ne nooldu" dedi kadın. "Beni aradınız ya. Bizimkinin telefonundan."

'Ambulanstakiler aramışlar' diye düşünürken birbirimize baktık. Herhalde telefonda Karıcıım-Eşim vs. gibi bir adla kayıtlıydı.
Uzaklardan "karıcııım...dur...yapm.." sesleri gelirken, acilin içteki kapısı açıldı ve bizim kalabalık ekip adamın olduğu sedye ile birlikte içeriye girdi.

İşte ne olduysa, o an oldu.

Kadın, eline hızla aldığı bir ayakkabısını havaya kaldırarak, süratle adama doğru koşmaya, "Allah senin belanı versin, sapık şey" diye bağırmaya başladı. Hemşireler bir anda teyakkuz haline geçip, yılların verdiği tecrübe ile adamın sedyesinin önünde baraj oluşturdular. Bir doktor hem kadını hem de havaya kaldırdığı kolunu tutmayı başardı ve bizim de yardımımızla kadını adamdan uzaklaştırmayı başardık. Adam hala anlamsızca sayıklamaya devam ediyordu "Karıcıımm... bi tanemmm. açıklıcaaam... bak söz... valla... ben..."

Bu sırada MR ve kan tahlil sonuçları geldi. Doktorlar hepsini dikkatlice inceledi. Beyin fonksiyonları normaldi, fakat kanında yüksek oranda alkol bulunmuştu. Sayıklamalar şimdi daha net anlaşılmıştı.

O gece sabaha kadar adamı müşahade altında tuttuk. Kadını adamdan çok uzakta bir yerde beklettik. Meğer bizim adam, karısının annelerinde kalacağı bir akşamı fırsat bilip hovardalığa çıkmış, alkolu bolca alıp iyice bulmuş kafayı, sonra da bir hayat kadınıyla anlaşmış, tavanı ayna ile kaplı bir otel odasına gitmişler. Tam işe koyulacakları vakit, aksilik bu ya tavandaki ayna sökülüp o sırada üstte bulunan adamın üzerine düşmüş. Alttaki hayat kadını bir şekilde kendini kurtarıp kaçmış, çıkarken de otel görevlilerine haber vermiş.

Bizim iyi niyetli, temiz adam Necati, sabaha kadar kadına dil döktü. Sonra adam kendine gelince o da karısına bolca yalvardı. En sonunda kadını zor ikna ettik. Evlerine gönderdik.

*

Yıllar sonra, nasıl buldularsa, Necati'yi tekrar bulmuşlar. Ellerinde çiçek ve 5-6 yaşlarında minik bir oğlan çocuğu ile birlikte Necati'yi ziyaret etmişler. Adam Necati'nin ellerine saldırıp öpecek olmuş, Necati izin vermemiş. O olaydan sonra adam hem alkole hem de hovardalığa tövbe etmiş. Tam anlamıyla evine bağlı bir koca olmuş. 2 sene sonra da çiftin erkek çocukları olmuş, adını Necati koymuşlar.

Necati'yle geçmişte olan maceralarımızı hatırlayıp "Kaderi benzemesin" dedim içimden.

20 Eylül 2012 Perşembe

Ulvi Yabancı Diller

Sanırım insanımızda eğer bir şeyin üzerinde yabancı dilde bir şey yazıyorsa, ya kutsaldır, ya çok ilmi birşeydir ya da hayatın gizemini çözmüş ulvi bir yazıdır gibi bir inanış var. Yoksa etrafımızda bu kadar çok yabancı dilde yazılarla dolu giysiler, yabancı dillerde yazılmış yazılar neden görelim ki.
Her zaman söylerim, eğer taşıdığın giysinin ya da ne bileyim evinde başköşeye astığın bir yazının tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorsan başına tuhaf şeyler gelmesini göze alacaksın. Günlük hayatta bu durumlar sıkça karşımıza çıkmaktadır. Misal yandaki arkadaş, karşı cinse gizlice nasıl ağır cinsel mesajlar verdiğinin herhalde farkında değildir. Yoksa hangi insanevladı bir kızla çıkarken üzerinde böyle bir tişört giyebilme cesaretini gösterebilir ki...

Öte yandan bu tür kıyafetlerle dini mekanlara girdiğinde ise durum çok daha vahimleşmektedir. Tanrı evinde içkiyi ve cinsel birleşmenin bir hayat biçimi olduğunu cümle aleme ilan eden bu kişi eğer hala sağlıklı bir hayata devam edebiliyorsa, ya insanoğlundaki engin hoşgörü sebebiyledir ya da o sırada camide bu lisanı bilen birinin olmayışından olabilir...
 *
Berlin Duvarının yıkıldığı vakitlerde birşekilde yolum o şehre düştü. Eş dost akraba ziyaretlerinden vakit bulup da bir akşam üzeri cadde kenarında bir kafede otururken Türkçe konuştuğumu gören yaşlı bir Alman bayan yanıma yaklaştı. Son derece kibar bir şekilde, Türk olup olmadığımı sordu. Türk olduğumu söyleyince de yüzünde bir sevinç dalgası oluştu. Ellerini nihayet uzun süredir beklediği bir şeye kavuşmuşçasına neşe ile birleştirdi ve hemen beni evine davet etti. Şaşırmıştım. Bu misavirperver davranışı reddetmek kabalık olurdu, kabul ettim ve evlerine gittim. Yaşlı kocası kapıyı açtı. Her ikisi de beni gördüklerine oldukça memnun olmuş görünüyorlardı. Laf lafı açtı ve davetin sebebi anlaşıldı: Efendim bu yaşlı çift, Berlin Duvarı yıkılırken her Alman vatandaşı gibi duvardan hatıra parça koparmışlar. Evlerinde saklıyorlarmış. Eski Almanya’nın bir simgesi haline gelmiş bu duvarın yıkılması gibi bir tarihi olaya tanıklık ettikleri ve hatta duvardan bir hatıra alabildikleri için çok mutlularmış. Hatta torunlarına miras olarak bırakmak için vasiyetlerine bile bu parçayı ekletmişler. Koparırken uzun ve zahmetle elde ettikleri ve kendileri için çok değerli bu duvar parçasının üzerinde  ne enteresandır ki yabancı bir dilde bir yazı varmış. Arada sırada boş vakitlerinde gelip severek okudukları bu yazınn ne anlama geldiğini bir türlü çözememişler. En sonunda bir şekilde yazının Türkçe olduğunu anlamışlar fakat ne mahallelerinde ne de çevrelerinde hiçbir Türk yokmuş. Bi türlü birine gidip burda ne yazıyor diye soramamışlar. E o zamanlarda internet çok gelişmiş olmadığından araştıramamışlar da. Yolda tesadüfen beni görünce çok sevinmişler. Aylardır evlerinde sakladıkları bu tarihi duvar parçasının üzerinde ne yazdıklarını nihayet öğrenebileceklermiş.
“Hay hay” dedim, “bi bakalım tabi”
Adeta bir müzeye çevirdikleri ve oldukça güzel tablolarla dolu bir salona, özel ve birkaç kilitle açılabilen çelik bir kapıyı açarak girebildik. Tabloları görünce ağzım açık kalmıştı. Zira çok güzellerdi. Sordum, tabloların hepsi orijinalmiş. Sanki minik bir müzenin resim ve heykel bölümündeydim. Salonun öbür ucunda bir ışık hüzmesine doğru ilerledik. Deyim yerindeyse evin baş köşesinde, adeta bir Mona Lisa tablosu edasında, özel bir kaidenin üzerinde o meşhur parça sergileniyordu. Işıklandırması bile  özel yapılmıştı. Belli ki bu parça onlar için çok büyük bir değere ve hatıraya sahipti.
Yaşlı çift biraz geriye çekilerek beni bu kaya parçası ile başbaşa bırakma nezaketini gösterdi. Üzerimde bu görevi layıkıyla yapabilmek ve hatasız çevirebilmek adına stres birikmişti. Umarım tam çevirisini yapabilirdim. Parçanın üzerine nazikçe eğildim ve istemsizce sesli bir şekilde Türkçe olarak okudum:
“1969a 1 tertip Merzifonlu deli fişek Ziya taaaa memleketinden kalkıp izne buraya gelmiş ama bir alaman garısı bile s..emeden buralardan gitmiştir.”

12 Eylül 2012 Çarşamba

Twitter

Evde kanepeye uzanmış haldeydim. Önce tavana boş boş bakıyordum, sonra da kafamı çevirip salonun ortasındaki dev sehpada bulunan laptopta açık olan Twitter'a... Ülkemin engin problemleri üzerinde derin arayışlar içindeydim. Tam da göbeğimin en yüksek noktasında bulunan küllükteki sigaranın düşüp önce bembeyaz fanilamı ve sonrasında da canımı yakmasıyla birlikte, kafamda bir şimşek çaktı:

Bu Twitter alemi sürekli ülke gündemiyle ilgili yorumlar yapmıyor muydu? E yapıyordu.

Sürekli iktidara, muhalefete, ona, buna çakmıyor muydu? E çakıyordu

Pekiiii... Ya ülkeyi Twitter'cılar yönetirse neler olurdu acaba. Bir gün birisi çıkıp da "Alın ulan, yıllardır bize sayıp sövdünüz, işte buyrun hodri meydan, ülke sizin, doya doya yönetin" dese nasıl olurdu ki?!

Nutella Bakanlığı: Sanırım başa geçecek kişinin yapacağı ilk iş bir Nutella Bakanlığı kurmak olurdu. Böylelikle Twitter'cılara hayat boyu yetecek Nutella'nın ithalatı, stoklanması, halka -oy karşılığında- ücretsiz dağıtılması sonucunda iktidarın %50 oyu garanti olurdu.

Burçlar Bakanlığı: İşte ikinci ve en önemli bakanlık. Sabah henüz yatağından bile kalkmadan telefonunu havaya kaldırıp Twitter'da burç yorumlarını okuyan bir nesil için çok önemli.  Hayır benim anlamadığım, bir tane '..troloji' hesabı bile demiyor ki; "bu burç yorumunu yatağında yatmış halde okurken elindeki telefon cart diye yüzüne düşen burçlar şunlar; ....". Bak o işte o gün voleyi vuracak, çünkü herkes 'doğru bildi ya la' deyip, her gün kendisini takibe alacak.

Pazartesi'nin kaldırılması: Twitter ahalisinin en çok sevineceği icraat bu olurdu. Bir gün bir bakan çıkıp "Pazartesiyi kaldırdık, artık sendrom mendrom olmayacak" dediği gün Twitter'da #hosgeldinsalısendromu diye bir hashtag açılmazsa ben de bişey bilmiyorum.

Ex: Twitter eğer birine adansaydı, işte bu o kişi olurdu: Ex. Yani eski sevgili. Adam/hatun senden ayrılmış, yeni sevgilisiyle yeni aşklara, yeni romantik ve pespembe dünyaya yelken açmış, sen hala PC başında ona lanet okuyosun. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış, misali. Tabii, yepyeni bir umutla ve vaadlerle iktidara gelenler, bu Ex'lerin hepsini toplayıp Suriye sınırına yakın biyerde açılacak kamplara bunları doldurabilir miydi? Olabilir tabii.. Dur ulan.. Dur bi dakka... Sonuçta hepimizi birilerinin Ex'iyiz. Tüm ulusun topluca kampa götürülmesi tehlikesi var.

Atayistler: Herhangi bir sosyal medya ortamında tek bir kelime bile açıklamasını göremediğim bu mazlum insanlar topluluğu, artık her Twitter yürüyüşünde önce sözlü sonra da coplu saldırılara maruz kalırdı gibi geliyor. 'Açıklasana ulan, açıkla hadi' diye sürekli tokat yiyen ateistleri sağda solda görebilirdik.

PES Bilen Kız ve Adonisli Erkek: Barbie ve Ken OUT, bunlar IN. Yani, yeni fenomenler bunlar olurdu kesin. Kültür Bakanlığını dönüşümlü yönetirlerdi.

#FF: Cumaları resmi tatil olabilirdi gibi geliyor. Meydanlarda, anayollarda, stadlarda, metronun içinde gördüğümüz dev bilgi ekranlarında artık "takip edin" şeklinde insan figürleri görebilirdik.

Heykeller: Tüm şehirler Mevlana'nın, Can Yücel'in, Dostoyevski'nin, Özdemir Asaf'ın ve onlar gibi yüzlerce düşünürün heykelleriyle dolardı.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Kahve

ÖNCE

- Kızlaaar, bu akşam beni sinemaya götürecek,
- Ay çok sevindim senin adına, yakışıklı bir tip zaten.
- Di mi? Hemen kuaföre gitmeliyim makyaj saç derken anca yetişirim.

*

- Çıkıyoruz oğlum, çıkıyoruz
- Ne zaman?
- Bu akşam. Hemen hazırlanmam lazım.
- Oğlum dışarısı buz gibi, ona göre. Ankara havası bu, adamın iliğini kemiğini dondurur.
- Merak etme, hallederiz
- Paran var mı kanka? Ne de olsa kızla ilk kez çıkıyosun. Rezil olmayasın
- Saol kanka, tedarikliyim.


SONRA

- Kızlaaar. Çok güzeldiiii.
- Ay süperrr. Anlatsana neler oldu
- Beni saat 7 gibi aldı. Önce güzel bir restorana götürdü. Çok güzel yemekler yedik. Harika bir kırmızı şarap seçti. Hatta o şarapla ilgili bir hikaye anlattı. İtalya'nın kuzeyinde geçen bir öykü. Çok kültürlü çook. Sonra sinemaya gittik. Çok güzel bir romantik komedi seçmiş. Zevkine hayran kaldım. Ardından yakınlarda bir kafeye oturup sohbet ettik. Sıcak şarap içtik. Bana kendinden, ailesinden, Ankara hayatından bahsetti. İyi yetişmiş bir çocuk.
- Eeee?
- Eesi, sonra beni eve kadar bıraktı. Üstelik nooldu biliyor musunuz?
- Nooldu?
- Ben salaklık edip onu kahveye yukarı çağırdım.
- Nee?? Hem de ilk günden mi?? Biraz ağırdan satsaydın kendini kızıııım?
- Yaa, ne bileyim, ondan o kadar etkilendim ki, hem şaraplar da etkiledi galiba, ağzımdan çıkıverdi işte. Ama siz burayı dinleyin şimdi. Ne dedi biliyor musunuz, 'hayır' dedi. 'Daha sonra', dedi
- Vaoov süper. Hakikaten kaliteli çocukmuş, ilk geceden üzerine atlamamış.
- Di mi ama. Bilemiyorum kızlar, galiba benim için doğru erkek o.

*

- Hoşgeldin. Ooo yüzünden düşen bin parça. Hayırdır?
- Allah benim belamı versin.
- Bela okuma oğlum. Nooldu anlat, kıza birşey mi oldu?
- Yok be abi. Kıza bişey olmadı... Olmadı da...
- Eee, nooldu peki?
- Herşey çok güzeldi, yemek yedik, sinemaya gittik, sonra bi kafeye oturduk. Derken onu eve bıraktım.
- Eee bunda kötü olan ne var oğlum?
- Abi evin önüne gelince, kız beni yukarıya kahveye çağırmaz mı?
- Ohaa, daha ilk günden hem de?!... E affetmeseydin!... Affetmedin di mi?
- Çıkmadım abi yukarıya.
- Neee? Naaptın oğlum sen?
- Yanağından masum bir öpücük aldım, geldim. Çıkmadım işte yukarıya?
- Neden lan neden? Yapılır mı lan bu?
- Abi rezil olma korkusu sardı her yanımı.
- Neyden rezil olcan lan?
- İşte bundan!!.. dedi hışımla.

Hızla soyundu.

Üzerinde sadece içlik kalmıştı.

Adeta Hıyarlı Baba'ya benziyordu.

Bizim Necati ilk buluşmaya içinde tüm vücudunu saran bir içlikle gitmişti. Ankara soğuğuna yenilmemişti işte...

7 Eylül 2012 Cuma

Nikah

Telefonu kulağından indirdi. Bizim olduğumuz tarafa dalgın ve düşünceli bir bakış attı:

"Cevap vermiyor", dedi.

"İşte şimdi yandığımızın resmidir hoca", dedim. Zira Düğün Salonu hıncahınç doluydu.

Nikah başlamak üzereydi. Ama ortada gelin ve damat yoktu!... 

İşin garibi, nerde olduklarına dair kimsenin ne bilgisi vardı, ne de fikri. En son, bir saat önce fotoğraf stüdyosundan konvoy halinde birlikte nikah salonuna doğru yola çıkmıştık. Ama salona gelen konvoyda gelinin olduğu araba yoktu işte. 10 arabayla yola çıkmış ama sekiz arabayla salona gelebilmiştik. Yolda zaten trafikten bir şekilde dağılmış olan konvoydaki araçların en önemlisi Düğün Salonuna gelememişti. İnsanlar gelen arabalardan inip salona girmiş, salonun girişinde biz 3 kişi öylece kalakalmıştık.

"Oğlum ben size dedim böyle konvoy olayı olmasın ya. İstanbul trafiğinde gelin arabası konvoyu mu olurmuş abi? Hem de taa Taksimden Ataköye. Bak, konvoydaki diğer arabalar bile kaç dakika sonra gelebildi. Al işte, kaybettik koskoca gelin arabasını" dedi Tayfun.

"Kimin aklına uyduysak", dedim.

"Damadın kendi istedi oğlum", diye Burak cevapladı. "Küçüklüğünden beri Edirne'de görür özenirmiş. Oğlum orası Edirne lan, şehirde koskoca bir tur bile atsan en fazla 15dk sürüyo. Burası öyle mi? Bak kayboldun işte."

Derken Tayfun'un telefonu çaldı. Hızla ve heyecanla açtı.

"Abi nerdesin sen yaa?...Hı hı....Neee??? Ne salonu oğlum?... Nerde o?... Hı hı...Tamam... Biliyorum orayı... Tamam tamam... Makyöz mü?? Bizim kuaförden mi? Tamam onu da alırım.... 10 dakkaya ordayım", dedi ve nooluyo demeye kalmadan, hızla yoldan çevirdiği taksiye atladı.

Yaklaşık yarım saat sonra gelin arabası Tayfun'un şöförlüğünde geldi. Tayfun gülmekten yerlere yatıyordu. Arka koltukta oturan damadın suratı bembeyaz olmuştu. Gelinin hemen yanında oturan makyöz gelinin suratına birşeyler sürüyordu. Arabanın eski şöförü olan Necati ise önyolcu koltuğundaydı. Ama oturuyor muydu, yoksa saklanıyor muydu hiç belli değildi.

Gelinle damat hızla arabadan çıktılar. Damat bir taraftan söyleniyor bir taraftan da gelinin kolunu çekiştirerek aceleyle merdivenlere yöneliyordu. İçeri doğru hızla gözden kayboldular. Salonda Komparsita'nın güzel melodisi yankılanmaya başlarken, Tayfun ve Necati yanımıza geldi. Tayfun'un gülmekten gözlerinden yaşlar gelmek üzereydi.

"Anlat bakalım, noolmuş?" dedim

"O anlatsın, ben yapamıcam" diye Necati'yi gösterdi Tayfun. Yüzünde hala geniş bir gülümseme vardı.

"Abiciim nesini anlatacam yaa" diye tersledi Necati. "Konvoyu karıştırmışız işte" dedi. 

"Neee?" diye bir hayret nidası yükseldi Burak'tan. "Nasıl becerdin oğlum bunu?"

"Zeytinburnu ışıklarda karıştırmış" diye kahkaha attı Tayfun. "Hani orda başka bir konvoy da durmuştu ya. İşte o zaman, hafif sol şeritte duran bizim konvoyun önündeki kameraman yerine o diğer konvoyun kameramanını takip etmeye başlamış."

"Nasıl becerdin lan bunu" diye atıldım.

"Abiciim, araba aynı marka, renk de aynı, plaka zaten gözükmüyor. E kameramanı da tanımıyorum ki. Bir de gelin Facebook'a koymak için arabanın içinde fotoğraf çektirtmek isteyince, döndüm arkaya...aldım damattan telefonu, düğmesiydi flaşıydı derken tam herşeyi ayarlayıp çekiyordum ki, ışık yeşil yanmış, arkadan kornalar ötmeye başladı...öndeki arabalar uzaklaşmıştı bile...damadın telefonunu da o heyecanla koltuğun altına düşürmüşüz..."

"E yuh" dedim " Zaten fotoğraf stüdyosunda yüzlerce resim çekilmedi mi oğlum bunlar?!"

"Çekildiler tabii" dedi Necati.

"Asıl olayı dinleyin" dedi Tayfun. "Bizim kameracı da gelin arabasının farklı tarafa gittiğini farkedip hızla onları takibe başlamış. Bunlar önde kamera arabası, arkada iki tane gelin arabası ve en arkada da bizim kamera arabasıyla Zeytinburnu'na gitmişler. Düğün salonunun önüne kadar  gelmişler. Diğer gelin arabasından hışımla çıkan damat bizim arabaya gelmiş. 'niye bizim çekimimizi engelliyorsunuz' diye Necati'ye az kalsın dalıyomuş. Zor tutmuşlar adamı. Necati kapıları kilitlemiş."

"Ben zaten arkamda bi araba sürekli selektör yapınca bişeyler yanlış gidiyor diye düşündüydüm" diye mırıldandı Necati.

"Bu arada bizim damat bakmış asıl düğün salonu orası değil. Bir de o başlamış Necati'ye saydırmaya. Üzerine bir de bizim gelin 'evlenemicem' diye ağlamaya başlayınca film kopmuş zaten!... Neyse ki tam vaktinde yetişmişim. Makyöz de iyiymiş hani, buraya gelinceye kadar gelinin yüzünü baştan başa yeniledi", dedi Tayfun.

*

O gün and içtik. Kimse düğün sezonun tam ortasında evlenmeyecekti. Kimse İstanbul'da konvoy yapmayacaktı. Yaparsa da şöförü Necati olmayacaktı.

5 Eylül 2012 Çarşamba

Kedi

Yazarın Notu: Bu hikayeyi okumadan evvel "Uykucu Necati"yi okumuş olmanız tavsiye edilir.

Apartmanın giriş kapısında karşılaştım Bey Amcayla. Ben girmek üzereyken o da çıkmak için hamle yapıyordu. Aniden ikimiz de durduk. Elinde tespihi olduğu halde, bir bana bir de kucağımdaki Minnoş’a soğuk bir bakış attı “Tövbe estağfurullah” dedi ve Arapça olduğunu sandığım bir şeyler mırıldanarak uzaklaştı.
Şaşırmıştım ama fazla kurcalamadım. Zira finaller haftaya başlıyordu ve ben uğurum Minnoş’u taaa memleketten getirtmeye çalışmakla çok vakit kaybetmiştim.
Hava kararmak üzereydi. Eve girdim, Minnoş’u daha önce onun için özenle hazırladığım küçük sepetine koydum, mama ve su kabını doldurup hızlıca salona gittim. 8 kişilik yemek masasının tamamı Tıp kitaplarıyla doluydu. Deliler gibi çalışan ev arkadaşlarıma katıldım. Hiç bir gürültü bizi etkilemesin diye, Necati ve Yusuf artık rutin hale gelen 'kamp' hazırlıklarını çoktan tamamlamıştı; tüm pencereler, perdeler ve kapılar kapalı, CD çalarda Enigma'dan bir tek ‘Sadeness’ dönüp dolaşıp tatlı tatlı çalıyor, 2 litrelik kola ve benim vazgeçemediğim kutu vişne suları hazır. Bu şekilde sabahın ilk ışıklarını gördük.
Günler günleri kovalamaya başladı. Dış dünyayla bağlantımız, arada birimizin markete gidip yiyecek, içecek, kola ve vişne suyu almak için çıktığı vakitlerde gerçekleşiyordu. Konsantrasyonumuz ve kendimize güvenimiz tamdı. Finallere hazır gibiydik; 4 uyumlu arkadaş sıkı çalışıyorduk.

... Taa ki o Cuma akşamına kadar.
Gece 11'e doğru kapı çaldı. Daha doğrusu birkaç kez çalmış. Müziğin sesi ve salonun kapısının kapalı olmasından dolayı duymamız birkaç dakika sürmüş. Zil sesini duyunca kalktım, kapıyı açtım. Tam karşımda 5 ay önce bizimle hastanede karşılaşan polis memuru, arkasında Bey Amca ve onun yaşlı karısı ile en arkada da 3 polis duruyordu.

Kitaplardan yeni kalkmış gözlerimi ovuşturdum. Evet karşımda tam 6 kişi duruyordu ve 4ü polisti. En arkadaki, bugün marketten gelirken merdivenlere düşürdüğüm vişne suyu nedeniyle oluşan lekelerin fotoğraflarını çekiyordu.

"Buyrun Memur Bey" dedim şaşkın bir suratla

"Hakkınızda şikayet var" diye cevapladı en öndeki Polis Memuru. Saçlarımın ve sakalımın birbirine karıştığı, beynimin ise iyice gevşediği her halinden belli olan yüzüme tuhaf bir bakış attı.

"Evladım, niye böyle yapıyorsunuz? Siz de dinimizi öğrensenize. Müslümanlıktan uzaklaşmayın. Kurtuluşu onda bulacaksınız" diye araya girdi yaşlı teyze. Titreyen sesi şefkat doluydu. Tedirgin bir ifade taşıyan yüzü aynı anda bana gülümsemeye çalışıyordu. İki eliyle göğsünde tuttuğu kalın bir kitap taşıyordu.

"Girebilir miyiz" diye sordu Polis Memuru.

"Tabi tabii, buyrun" dedim. Kenara çekildim ve böylece hepsi salona doğru girebildi.

Bayram, Yusuf ve Necati salona giren kalabalığı görünce, önce şaşırdılar. Sonra ayağa kalktılar. Bayram hızla pencere kenarında duran CD çalara gitti, müziği kapattı. Salon kapısını nihayet açık gören Minnoş da odamdan gelmişti. Polislerin pantolonlarının paçalarına sürte sürte salonda dolaşmaya başlamıştı bile.

"Ne şikayetiymiş bu Memur Bey?" diyebildim en sonunda. Bunu duyan bizimkilerin suratı iyice tuhaf bir hal almıştı. Özellikle Yusuf, Polis Memurunu görünce dizleri titremeye başlamıştı. Ne tuhaftır ki, yine aynı Polis Memurunun karşısında tişört ve boxer şortlarla kalakalmıştık.
"Kedi kesip, ayin yapıyormuşsunuz" dedi Polis Memuru.
"Ne kedisi? Ne ayini?" diye sordum.
"Bu Bey Amca sizden şikayetçi" diye üsteledi.
"Hayırdır Bey Amca" dedim "Ne yapmışız biz?"
"Bazı akşamlar cırtlak müzik dinliyorlar Memur Bey" dedi Bey Amca. "Metal midir nedir. Son 1 haftadır da, bu şeytan ayini müziğine geçtiler...Hep aynı müzik hep aynı müzik. Tam bir ayin yapıyorlar. Perdeleri de bir haftadır hep kapalı zaten." Beni sağ eliyle gösterir gibi yaptı "Ben zaten bunu elinde kediyle binaya girerken gördüğümde şüphelenmiştim. Ama bugün merdivenlerde kan lekeleri görünce şüphem kalmadı Memur Bey" dedi. 
Bu sırada Minnoş yanıma kadar geldi, bacaklarıma sürttü, sırtını iyice yukarıya doğru çıkardı ve kuyruğunu havalandırdı. Yere eğildim kucakladım. Bey Amcaya gösterdim.
"Bunu mu kesiyor muşuz?"
Bey Amca da şaşkınlıkla kediye baktı. Zira kediyi o da tanımıştı.
"Ama?" diyebildi "Merdivenlerdeki kan lekeleri?"
"Vişne suyu onlar Bey Amca" dedim. "Memur Bey benim bu sabah marketten içerek gelirken yere damlattığım vişne suyu lekelerini fotoğrafladı"
"Ya şeytan müziği? Perdeler?" diye üsteledi
"Siz Tıp öğrencisiydiniz di mi" diye araya girdi Polis Memuru. Yüzümüze dikkatle bakıyordu. Hatırlamıştı bizi.
"Evet Amirim" dedim. Necati'yi gösterdim. "Hatırladınız herhalde" dedim gülümseyerek.
"Hatırladım, hatırladım" dedi.
 
*
 
O gece, hem üst komşumuza hem de Polis Memurlarına, sevdiğimiz müzik türlerini, bize özel ders çalışma sistemimizi, sevdiğimiz içecekleri, sınav stresi ve yoğunluğu  nedeniyle saç sakal tıraşına vakit ayıramadığımızı, Minnoş'un benim aileme katıldığı sene en çok istediğim Tıp fakültesini kazanmam dolayısıyla bendeki uğurunu uzun uzun anlattık. Evi iyice gezdirdik. Yaşlı teyze ayrılırken hepimize uzun uzun sarıldı. Dostça ayrıldık.
 
Ama nedense o geceden sonra biz mezun olana kadar, ortalama 15 günde bir, 'doktor bey evladım buramda bir ağrı var', 'doktor evladım şurama sanki bıçak saplanıyor' gibi envai çeşit rahatsızlıklarla kapımızı çaldılar :)