27 Haziran 2012 Çarşamba

Hayatımız SMS

- Hayırdır bey, kaç dakkadır cep telefonu ile bütünleştin
- Durumlar kötü. Sağlık Bakanlığı'ndan SMS geldi. Bizim kız 'Akşam Mervelerde kalıcam' diyordu ya.
- Eeee?
- Gelen SMS'i aynen okuyorum. 'Kızınız Berkecanlarda kalmıştır, Sağlık Bakanlığı'
- Neeee? Eyvahlar olsun.  Keşke Mervenin annesine bi SMS atsaydık. Bizim kız size gelcekti, orda mı diye.
- Olan oldu hanım, hem zaten ben işkilleniyordum... Geçenlerde, Orman Bakanlığından SMS geldiydi, 'Kızınız Belgrad Ormanı piknik alanında görülmüştür' diye. Halbuki, kıza 'nerdeydin' diye sorduğumda, 'Hiiiç, Buselerdeydim' demişti. Ordan anlamalıydık.
- Bey, çok saldık biz bu kızı, çok saldık çook.
- Hem Berkcecan'la ilgili Ekonomi Bakanlığından da bu sabah SMS geldi. 'O Berkecan var ya, baba parası yiyen, sözde bir grupta bateri çalan, ama aslında boş gezenin boş kalfası birisidir' diyor.
- Demek ya davulcuya ya zurnacıya...
- E peki, bu oğlanın hali noolucak hanım?
- Hayırdır bey?
- Dün Aile Bakanlığından 'Oğlunuz 1 ay içinde 4üncü kez bir eğlence mekanına giderek, aylık limitini doldurmuştur' diye bir SMS geldi.
- Ben diyorum ama ona. Çok geziyorsun diyorum. Azalt diyorum. Dinlemiyor hayta.
- Ben de uyardım kendisini. Biliyorsun, dedim. Limitini doldurursan en az 3 ay eğlence mekanı girişin yasak, dedim. Ama dinletemedim.
- Olsun bey. Neyseki, aynı bakanlıktan 'Oğlunuzun alkol problemi vardır' gibi SMSler gelmiyor. İçkisi az, sigarası yok oğluşumun. Halbuki, alt komşuya bak. Garibime nerdeyse her hafta en az 2 defa SMS geliyor. 'Oğlunuz haftalık rakı limitini doldurmuştur' diye. Annesi çok üzülüyor.
- Gece çıkmaları bişey değil de ben asıl, Emniyetten SMS gelecek diye korkuyorum. Gecenin bi vakti 'Oğlunuz arabanın içinde kafasını metallere vurmuştur' diye bir SMS gelirse yanarız hanım. Düşer kalırım valla.
- Aman bey, ağzından yel alsın.
- Ya bizim en büyük oğlana ne demeli. Evleneli 3 sene oldu, hala üçüncü çocuk yok!... Aile Bakanlığından gelen kaçıncı SMS bu sayamadım. Bak ne diyor, iyi oku bak
- Dur gözlüğümü takayım. 'Ge-li-niniz  ha-la  üçün-cü çocuğu yap-ma-mıştır. Bil-ginize, Aile Bakanlığı"
- Olmadı bu şimdi. Böyle giderse, Turkcell'in aile paketi indirimini kaçıracaz. Zaten onlar da her gün 3 kez SMS atıp duruyor. Aile paketinde ekstra %90 indirim varmış.
- O indirimler bişey diil de, 3üncü çocukla birlikte aylık 1,000TL yardım, kömür yardımı, şeker yardımı, buzdolabı yardımı gibi yardımları kaçıracakalar, ben asıl ona üzülüyorum.
- Nerde hata yaptık biz hanım, nerde?
- Ah ne bileyim bey, ne bileyim.
- Aha, titredi
- Ne titredi bey
- Ne titricek hanım, benim cep telefonu titredi. SMS geldi.
- Aç bakalım, ne diyormuş. Ay bi sefer de, Maliye Bakanlığından SMS gelsin noolur. 'Emekli maaşınıza %20 zam yapılmıştır' desin noolur.
- Saçmalama hanım. Nerde görülmüş..... Dur bakalım....Açıyorum....'Teb-rikler. Kı-zı-nızın hamilelik testi po-zi-tif çık-mıştır. Üçüncü torununuz yoldadır'. Bana bir şeyler oluyor hanım.
- Ay beyy, dur sakin ol. Ne biliyorsun doğru olduğunu. Ya bizi kandırıyorlarsa. Biliyorsun Emniyetten de SMS geliyor. 'Size, -Kızınız hamiledir- gibi gelen her SMS'e inanmayın' diye belki de onlardan biridir.
- Öyle olsun. Akşam eve gelsin sorarım ben ona.

26 Haziran 2012 Salı

Sigara

Herşey güneşli bir yaz akşamı vakitlerinde, sessiz sakin ve dar sokaklarda ilerlerken aniden çişimin gelmesiyle başladı.

Stada doğru gidiyordum, zira takımımın maçı vardı. Heyecanlıydım, sezonun ilk maçıydı ve ben aylardır görmediğim bazı arkadaşlarımla yine futbol ve takım sevgisi şemsiyesi altında bir araya gelecektim. Evden çıkalı epey olmuştu ve dar sokaklarda hızla yürüyerek vapura yetişmeye çalışıyordum. Geç kalmıştım ve üzerimde yıllardır giyilmekten renkleri solmuş bir forma vardı, ki bu bile zaten beni yeterince strese sokmaya yetiyordu. Zira rakip takımın semtinin tam ortasındaydım.

Mesanemden gelen mesajın şiddeti hızla artıyordu. Ne vapura yetişebilecektim ne de eve. Ne yapayım ne yapayım derken, etrafta kimse olmamasını fırsat bilip bir çıkmaz sokaktaki iki metrelik metruk duvarı gözüme kestirdim. Hemen duvarın arka tarafına geçtim ve açtım fermuarı. Erkek olmanın getirdiği bir artı durum olarak ayakta rahatlarken, aynı anda duvara da adımı yazmaya başladım. Arial karakterinde, italik ve bitişik yazarken, kendimi bu edebi yazı yazma işine o kadar çok kaptırmışım ki, ağzımdaki sigaranın yanan külünün tam da iki elimle tuttuğum şeyin üzerine düştüğünü farkedemedim...

Bir anda şimşek çakması, bir parlama, henüz kararmamış günün ortasında yıldızlanmalar, tepemde uçuşan kuşlar... Gözlerden gelen yaşlar.

Ben en büyük acıyı diş ağrısı ya da böbrek ağrısı olarak bilirdim. Değilmiş efendim. Böyle bir acı tarifi yok. Hani derler ya, Allah düşmanımın başına vermesin, diye. Çok doğru derlermiş, ben o gün bunu anladım.

İki büklüm oldum. Yere ha düştüm ha düşecem. Acılar içindeyim, kıvranıyorum ama içimde bulunduğum tuhaf durumdan dolayı, civardan da yardım isteyemiyorum. Kime ne diyeceğim ki? Yetişin dostlar oram yanıyor mu? Yoksa elin duvarına adımı yazarak işediğimi mi? Hele bir de adam fanatik bir rakip takım taraftarı çıkarsa? Gören olursa yardım etmek bir yana, bir de popoya sopa atar.  Bari arka taraf sağlam kalsın.

Bir şekilde maça gittim, ama yüzüm çok feci sirke satıyor. Acılar içindeyim. Hatta bazen iki damla gözyaşına engel olamıyorum. Güç bela, stada girdim, tribünlerdeki yerimi buldum. Maç başlayalı 5 dakika olmuştu, herkes maça konsantreydi ve bizim takım başlama düdüğüyle birlikte dalga dalga rakibi yokluyordu. Tam da bizimkilere 'merhaba' diyordum ki, golü attık.

Herkeste bir sevinç, sarılışmalar, "gol amk" diye bağırmalar. Hatta çok fanatik bir arkadaş, sevinçten gözyaşı dökmeye başladı.

"Abi ne ballı geldin sen ya" dedi bana dönerek. "Tam geldin golü çaktık."

Durdu. Yüzüme dikkatlice baktı. Hızla sarıldı.

"İşte benim Yiğit'im bu. Helal be çocuk sana" diye bağırdı.

Bir kolunu sıkıca benim vücuduma sardı. Sonra diğer elemanlara dönüp;

"Bakın işte, görün" dedi parmaklarıyla ikimizin de yüzünü işaret ederek. "Mutluluk gözyaşı bunlar. Oğlum Vedat, çek bakayım ikimizi. Hemen Face'e ekle.  İlk golden sonra gelen sevinç gözyaşları diyerek tag'la" dedi.

Böylece, o günün hatırası olan gözyaşlarım bir face anısı olarak internetteki yerini aldı. O gün, 5-0 yendik ve ben her golden sonra salya sümük ağlayarak içimdeki tüm acıyı o stada bıraktım.

İşte o gün içtiğim sigara, hayatımdaki son sigaraydı. Bir daha da elimi sürmedim. Sağlıklı bir hayata 'merhaba' dedim.

Atalarımız güzel demiş, bir nusubet bin nasihatten evladır, diye.

21 Haziran 2012 Perşembe

Bu akşam Sörvaylvıl var mıı?

Nerdeyse her gün sevgili yakışıklımdan duyduğum cümle bu. "Evet" diye cevap verdiğim günlerde bende bir iç sıkıntısı, 5 yaşındaki canavarda ise "yihuu" sevinç nidası gerçekleşiyor. Evet, meşhur Survivor yarışmasından bahsediyorum. Çevremde 4-10 yaş arasında çocuğu olan her ebeveyn gibi ben de izliyorum efendim.

Eskiden bir Yunan-Türk Survivor'ı vardı. Tamamını izlemedim ama finalini hatırlıyorum: İplerle havada duran iki kişinin deli gibi ipleri kesmesi sonucunda bir Türk'ün kazandığı sahne, idi aklımda kalan. Sanıyorum, o kazanan arkadaş da Yunanlıları yenmesine rağmen, o sefil ada yaşamında haftalarca ayakta kalabilmesine ve yarışmayı kazanmasına rağmen, canım ülkeme döndüğünde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmişti. Allah rahmet eylesin.

Bir de Pascal'ın Nihat'ı kovaladığı sahneyi hatırlıyorum ki bu kısa bir zaman önceydi.

Beynimde ki tüm Survivor imajı bu. Daha doğrusu buydu. Benim için bir nevi 'Sineklerin Tanrısı' kitabının reyting şovenizmine dönüşmüş haliydi bu yarışma. Takipçisi değildim bu yüzden....

Elbetteki standart bir Türk insanı gibi 'Dizi izlemiyorum şekerim, sadece belgesel izliyorum' tarzında birisi değilim ve asla olmadım. Ama elimde değil, bu program için düşüncem buydu ve bi türlü oturup bir bölümü baştan sona izlememiştim. Taa ki, tesadüf bir Cumartesi akşamı TV'de keyifli bir şekilde Barcelona maçını izlerken devre arasında bizim oğlanın bu yarışmayı gördüğü o ana kadar. O gün bugündür, hiç kaçırmıyoruz efendim. Evde terör esiyor. Hangi gün yayınlandığını ve hatta gün kavramını da tam olarak bilemediğinden, her gün ısrarla 'Baba?! Bu akşam sörvaylvıl var mı?' soruyor ve ısrarla doğru yanıtı bekliyor.

Bu yarışma çok enteresan bir yarışma. Özellikle ödül oyunları kısmı. Programın adı, güzel Türkçemize çevrildiğinde; sağ kalan, hayatta kalan, anlamına geliyor. Yani yarışmacıların, doğal yaşam ve ada şartlarında barınma/beslenme/özbakım ihtiyaçlarını kendileri karşılamaları gerekiyor. Lakin ne zaman programı açsam, sucuk partileri veriliyor, hamburger-patates kızarması-kola üçlemeleri havalarda uçuşuyor. Ağzına kadar gıda ile dolu bir buzdolabı getiriliyor... Yani yarışma tam bir şölen havasında geçiyor. Yemekteyiz programında bile daha az yemek yeniyor olabilir.

Son zamanlarda ise ödül kısmı iyice abartılmış durumda...Sanırım sayı azaldıkça, kazanan grubu Dominik sınırları içinde tutmak yasaklanmış. Zira yarışma biter bitmez elemanları uçağa bindiriyorlar: New York gezisi, Helikopter-Balon turu, Miami gezisi, NBA maçı, 10 bin dolarlık alışveriş yapılması, Arjantin-Brezilya futbol maçı, Kaliforniya gezisi, Paris gezisi, Roma gezisi, SUV hediyesi. Pastalar, 5 yıldızlı hotellerde konaklamalar, güzel restoranlarda yemekler, limuzinlerle yapılan geziler.... İzlerken bazen Survivor mı izliyorum yoksa CW TV - High Society mi izliyorum, şaşırıyorum. Zaten okuduğum kadarıyla eskiden Acun ünlülere gidip yarışmaya katılmaları için ricada bulunurken, artık yeni bölümler için ünlüler Acun'a başvurmaya başlamış. E normal tabii.

Bir de bakıyorum, yarışmacı kardeşlerim her programda sürekli açlıktan, sefaletten, ada şartların zorluğundan yakınıyorlar. Ama iş elenme gününe eldiğinde, hadi elenmeyi geçtim, elenme öncesinde bile 'sen beni niye yazdın' diye kavga başlıyor. Yani kimse elenmek istemiyor. Hayatın en sefil anından en görkemli anına inanılmaz hızlı yolculuklar yapılması sonucunda bünye de tuhaf bir tepki oluşuyor tabii.

O değilde ben hala, kızların ağda ve malum gün problemini ve adadakilerin tuvalet/su ihtiyacını nasıl giderdiklerini merak ediyorum. Bi de Hasan'ın sakallar deli gibi uzarken saçlar nasıl uzamıyor yahu.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Mahalle Düğünleri...Düğünlerimiz...Ana sütü gibi ak...

Cemre düşmüşmüş, karpuz kabuğu bilmem ne olmuşmuş. Hepsi hikaye dostlar. Eskiden yazın geldiği mahalle aralarına kurulan üçgen şeklindeki kablolara dizilmiş ampüllerle anlaşılırdı: Düğün sezonu açılmıştır...

İflah olmaz bir Trakya Kızanı olarak, bu tip düğünler konusunda oldukça deneyimli olduğumu söyleyebilirim. Gençliğimizde, her yaz en az bir kez mahalle içinde bir sokakta düğün tertiplenirdi. Hatta öyle ki, masallardaki gibi 40 gün 40 gece olmasa bile, bazı Roman mahallelerinde 7 gün boyunca durup dinlenmeden davul-zurna çalındığını bile bu naçiz bünye görmüştür.

Bazıları sevmez, bazısı banal bulur. Ama çocukluğumun saflığında oluşan güzel hatıralardan mıdır nedir, bana çok eğlenceli gelirdi bu tip düğünler. Samimiydi, içtendi, gösterişten uzaktı. Kalabalık değildi. Asgari ücrete yakın bir ücretle geçinirken şehrin en büyük otelinde düğün daveti vermektense, davetin mükemmel olmasına uğraşırken kendini 'evlenen kişi' olarak değil ama davetlilerin 'hizmetkarı' olarak bulmaktansa, sokakta dostlarla birlikte eğlenmek çok daha doğal, çok da eğlenceli gelirdi bana. Küçüktüm. Saftım. Severdim.

Sokak düğünü derken kastım, dev gibi hoparlörden avaz avaz gece 1e kadar 'bakın nasıl da eğleniyoruz' şeklinde yayın yapılması değildi elbet. Zira düğünün anlamı bu değildi. Eskiden davullar vardı, zurnalar vardı.. Ve onların sesleri öyle tüm mahalleyi inletmezdi. Davulun sesi uzaktan hoş gelirdi. Sokak düğünlerinde hoparlör olmazdı, bir traktör römorkunun üzerine tünemiş piyanist şantör denen garabet yoktu. 4-5 kişiden oluşan Davulcu-Zurnacı grubu tutulurdu. Onlar da çevreye saygı çerçevesinde bu işi yaparlardı. Zaten zurnacı sık sık nefes nefese kalır, bu yüzden bolca ara verilirdi. Ayrıca tüm mahalle birbirini tanıdığı için öyle gürültü yaptın, uykum kaçtı gibi kavgalar olmazdı. Düğünler en yaygın sosyalleşme araçlarından biriydi. Yaşlı teyzeler oğulları için kız beğenmeye gelirdi. Çeşitli nedenlerle uzun süredir görüşemeyenler bile düğünde buluşur, eğlenirdi. O bakımdan mahallede, yaşlı ve hastalar haricinde, şikayetçi olan pek olmazdı.

Kimse daracık, sıkış tıkış düğün salonlarına rağbet etmez, bilmem kaç yıldızlı hotel salonlarına hücum etmezdi. Herşeyin en iyisi, en görkemlisi, en fazlası istenmezdi. Evin reisi bir bütçe yapar, mırın kırın edilir ama sonuçta ona riayet edilirdi. Kendi düğününde eğlenen sen olurdun, zira komşular bir imece usulüyle gelenleri ağırlar, yemekleri bizzat pişirir ve hazırlar, ziyaretçilerin oturma mekanlarını da gösterirlerdi. Herkes çok temiz giyinir ama kimse boya küpüne dalmış gibi makyaj yapmazdı.

Eskiden düğünü kaydetmek diye birşey de yoktu. Gerçi temel sebep kamera olmadığındandı ama yine de olsaydı sanırım kameranın en çok kayıt yaptığı an; 'takı merasimi' olmazdı.

Çok kısa zamanda düğün anlayışımız değişti. Şimdi ortalama bir düğünün giriş-gelişme-sonuç bölümü kabaca şunlardan oluşuyor:

Muhtemelen gündüzden nikah dairesinde resmi olarak zaten evlenmiş olan gelin ve damat, bir apartmanın bodrum katında ve her tarafı sütunlardan oluşan loş ve havasız salona, yanar döner ışıklar altında veya yere sıra sıra konmuş minik maytaplar eşliğinde giriyor. Güzel sesli şantörümüzün ve kulaklara ilaç gibi gelen ses sisteminin eşliğinde ilk dansı yapıyorlar. Müzik bittikten sonra tekrar karartılan salona, doğan bir güneş gibi ışıldaklar içinde gelen 7 katlı pastanın koca bir kılıçla kesilmesinin ardından, eller kollar birbirine geçmiş halde cümle alemin ortasında ilk lokma yeniliyor. Gelin damat tekrar, şantörümüzün kafasına göre seçtiği muhtemelen bir Ümit Besen bestesi ile, dans ediyor. Ardından davetliler piste geliyor, derken müzik hafiften hızlanmaya başlıyor. Bazı ağır konukların 'yok ben dans edemem' nazlanmalarına rağmen, pist hafiften kalabalıklaşıyor. 9-8lik üç beş ritmden sonra, takı merasimi için ara veriliyor. Konuklar muhteşem limonata eşliğinde yağ ağırlıklı düğün pastasını yerken düğünün en az yarı süresini kaplayan takı merasimi yapılıyor. Kim ne kadar takmış birer birer tespit ediliyor. Bu esnada kimler gelmiş, ne giymiş dedikoduları yaplıyor. Takıdan sonra, şantör arkadaşın adeta klasikleşen 'çocukları pistten alalım' anonsundan sonra düğünün ikinci perdesi tekrar başlıyor. Sırasıyla, gelin tarafı, ardından damat tarafı piste davet ediliyor. Dünürler de karşılıklı oynadıktan sonra, coşku tavana vurmaya başlamışken sıra gençlere geliyor. Ve sırasıyla Demet Akalın/Serdar Ortaç şarkılarının ardından, biraz roman esintileriyle birlikte, kasap havasıyla büyük final yapılıyor.

Öte yandan, düğün boyunca damadın babası, damadın annesi, damadın kardeşleri, ya da gelinin tüm akrabaları, ve hatta bizzat gelinin ve/veya damadın kendisi, pastanın boyutları, davetlilerin oturma düzeni, pastanın-yemeğin dağıtılması, içeceklerin organizasyonu, fotoğrafçının sürekli çekiştirilip poz istenmesi, gelin odasının kapı kilidi, pasta kılıcının körlüğü, otoparktaki deynekçinin nazlanmaları, hala düğün salonunu bulamamış olanlara en az 50 kez adres tarifi verilmesi, erken kalkmaya çalışanların oturmaya zorlanması ya da yaşlıysa/şehirdışından geliyorsa kalacakları yere bizzat bırakılmaları, salonun hizmetlilerinin organizasyonu düzgün yerine getirme(me)si, salonun havasızlığı, takıların konulacaği çantanın saklanması, gelin ve damadın evlilik hayatında derin iz bırakacak olan o çok önemli 'ilk dans' şarkısının şantör tarafından düzgün çalınma(ma)sı ya da hiç çalınamaması, salona giriş esnasında gelinliğin ucunun maytaplar yüzünden yanması, en az 50 çocuğun gelinliğe basmış olması, sağa sola verilen bahşişlerden damadın cebinin tamtakır olması gibi çeşitli konularla uğraştıklarından eğlenmeye pek fırsat bulamıyorlar. Zavallı gelin, haşmetli gelinliği sebebiyle tuvalete gitmemek durumunda olduğu için gece boyunca o kadar terlemesine rağmen hiçbir şey içemiyor, yiyemiyor.

Özetle, en çok eğlenmesi, en çok mutlu olması gereken gelin ve damat, en stresli en endişeli iki insan oluyor. Ne yazık ki, birçok kişi bu şekilde evlenmeye bayıldığından değil, ailesi ve çevresi bunu dayattığından bu şekilde evleniyor.

Sevgiliye not: İstemiyorum aşkım valla istemiyorum. Roman düğünü istiyorum ben. Ya da düğüne vereceğimiz parayla eve 3D LCD alalım. Ne dersin?








17 Haziran 2012 Pazar

Haysev'cim gel çocuğum

Biryerlerde okumuştum; 20inci yüzyılda en çok isim türeten ülke, uzak ara farkla Türkiye olmuş. O yüzyıla kadar Türk kültüründe ve tarihinde hiç olmayan isimler çocuklara konulmaya başlanmış. Eminim hepsinin de çıkış noktası istisnasız aynıydı; benim çocuğum çok özel, çok nadide birisi, kimseye benzemez, o yüzden adı da çok özel olmalı...

Evet canım senin çocuğun dünyada yaşayan yaklaşık 7 milyar insanın en özeli, en güzeli. Hatta o kadar özel, nadide ve zeki bir çocuk ki, büyüyünce ateşi buldu, barutu icat etti, arabayı telefonu buldu, televizyonu interneti icat etti. Şu anda dünyadaki en zengin 10 girişimcisinden birisi senin çocuğun. Facebook'u o yazdı, şu anda okunan blog sistemini o kurdu. O yüzden adı da çok özel olmalı.

Özellikle yeni nesil çocuklarda bir de çift isim konulması bir gelenek haline geldi. Bir kız çocuğu düşünün ki, adı Zeynep Su olsun. Malum bu tip ikinci isimler Meksikalıların baba isimlerini alması ya da Fransızların asıl isim sonrası soyismine önek olarak gelen "De" gibi,  normal isimler haline geldi. Kızcağızımızın yarın öbür gün evlenip kocasının da soyismini almak istediğinde Zeynep Su Hiçkorkmaz Özgirgin gibi muhteşem ötesi bir Meksikalı adına doğru yol aldığını görmek, her türlü resmi işlemlerde başına neler gelebileceğini de hafiften tahmin etmek zor değil.

Hadi bu tip isimleri yine de herşeye rağmen anlayabiliyorum da Kadın, Bakire ve Hanım gibi isimleri hiç anlayamıyorum. Bu üçünü çeşitli yaş dönemlerinde görmüş biri olarak her birinin gençliğini ve hayatın bir karesinde isimleriyle yaşadıklarını hayal etmek çok da zor olmuyor.

Hadi Kadın ve Bakire ile ilgili kendime koyduğum RTÜK kuralları nedeniyle birşeyler karalamayayım ama Hanım'ın resmi bir işyerinde nasıl çalışabileceğini merak etmiyor değilim. İlk iş gününden karışıklık başlar:

- İyi günler Hanım Hanım ile görüşmek istiyorum
- Kim dediniz pardon?
- Hanım Hanım.
- Adı nedir beyefendi?
- Hanım işte hanımefendi.
- Tamam da kim hanım diyelim?
- Siz sadece Hanım deyin yeter.

Öte yandan, bu tip yeni nesil özel, nadide isimlerin anlamı da öyle herkes tarafından bilinmez. Ki zaten amaç bu da olabilir. Mesela şu tip konuşmalara çokça rastlanır:

- Ah canıım, ne şeker şey. Adı ne?
- Rümeysa Sude
- Ah ne güzel. Ne demek peki?
- Efendim, Rümeysa KüçükAyı takım yıldızının en parlak 3 yıldızından biri, ayrıca eski Urdu dilince çok zeki anlamına gelen bu kelime, Ulu Manitunun da üyesi olduğu Siu kabilesinde de ayın en parlak dönemlerinde doğan kız çocuklarına verilen isimmiş. Yine Swahili diline göre....
- Oldu canım, güzelmiş.

Çok orijinal isimler gördüm. Ama orijinal olucam, özel olucam diye işin iyice bokunu çıkaranları da anlatmadan geçemicem. Birincisi Tanay.... İlk bakışta çok da orijinal ve özgün bir isim değilmiş gibi görülebilir. Fakat kızcağızın, babasının adının TANdoğan ve annesinin adının AYlin olduğunu söylersem herhalde bakış açınız değişecektir. (bkz.  Türk Dilbilgisine göre Büyük Ünlü, pardon Anne-Baba, Uyumu)

Bunların daha da türevleştirilmiş ve marjinal örneğini de Haysev ile yaşadım. HAYri ve SEVilay isimli iki güzide şahsın çocuklarına koyduğu bu isim, çocukçağızı bir ömrü boyu yaralayacakmış gibi görünüyor. Bu tip örnekler GÖKhan + yeŞİM, öMER + yelDA diye de gider...

Çocuğunuzun sizin seçtiğiniz bu çok özel(!) isimle ömür boyu yaşama zorunluluğu olduğunu ve ismiyle her dalga geçildiğinde bir şekilde sizi andığını sizlere hatırlatmak isterim. Şunu unutmayalım; çocuğa sanal ortam için nickname seçer gibi isim seçmiyoruz, yani kimse 'üzgünüz bu isim alındı yeni bir nick seçin' demiyor, o yüzden kızınıza 'Esra2423' ya da 'Berke2012' gibi isimler vermek zorunda değilsiniz. Rahat olun. Sevdiğiniz ve ömür boyu taşımasıyla gurur duyacağı bir isim verin gitsin.

12 Haziran 2012 Salı

Tüpçü


Üniversite öğrencisi olmak zor zenaat. Hele bir de sırf okumak, adam olmak için, yaşadığın şehri değiştirmişsen, erkeksen ve bekar öğrenci evi tutmuşsan… Daha da zor.
İşin özgürlük, sefa, alkol, bira, king, sabahlama, muhabbet, eğlence gibi super ötesi kısımlarını bir yana koyarsak evi geçindirmeye başlamak zor iş azizim. İlk bekar evi alışverişimi hiç unutmam, kira parası, kapora, komisyoncu ücreti derken, evi tutmanın heyecanıyla elde kalan parayla mutfağa malzeme alalım diye hızla alışverişe çıkmıştık da, iş ödeme kısmına gelince aldıklarımızın yarısını paramız yetmediği için bırakmak zorunda kalmıştık. Ha bu arada Tepe Home’dan alışveriş yaptığımız sanılmasın, plastikçiler çarşısında bile paramız yetmemişti, o derece yani.
Hadi mutfağı bıraktım, bir evin ne kadar çok faturası varmış arkadaş. Ortalama 3 günde bir fatura mı gelir yahu. Elektrik, su, telefon, doğalgaz, internet, digiturk, bina aidatı, site aidatı derken, farkettik ki biz evi kullanmıyoruz da, ev bizi kullanıyor. Her 3-4 günde bir, eve girmeden bizden resmen haraç kesiyor bu mekan.
Neyse ki ilk vakitlerde doğalgaz faturası yoktu, tüplerle idare ediyorduk. Üstelik evde 2 kişi olunca ve eve ilk taşındığın vakit yaz olunca, tüpün bitmesi de uzun zaman alıyor haliyle. Son bittiğinde ise çok enteresan olmuştu.
Ev arkadaşı yok, ben de 11818’den bir numara aradığımı hatırlıyorum. Açıyorum cebi, evet doğru hatırlamışım. “GAZ” diye kayıtlı bi numara var. Kaydetmişim bile. Ulan ne uyanık adamım ben. Hemen arıyorum. Çalıyor:- Aloo.
- İyi günler ben özlem sokağa bi…
- Dur dur, bi saniye, bizim arabanın cebini vereyim, o da oralardadır hızlı olsun.
Cep numarasını aldım, aradım:
- Ustacım kolay gelsin, numaranı ofisteki arkadaştan aldım, yakınlardaymışsın, özlem sokağa bir tüp isticem senden
- Hangi özlem sokak orası, neresi yav.
- Abiciim, hani şu park var ya sokağın başında, orası işte.
- Park mı? Sen küçük tüp mü istiyon, büyük mü?
Evet canım, ben Domalan’ım, büyük düşünüyorum.
- Büyük, büyük. Hızlı olsun.
Aradan 15 dk geçti bizim tüpten ses seda yok. Tekrar aradım.
- Abi nerde kaldı bizim tüp?
- Abiciim bulamadım ben orayı, sen açık adresini versene bi bakiim.
- Atatürk Cadddesi, Özlem sokak, Akgül Apartmanı No: 15 daire:2
- Tamam, biliyorum Atatürk caddesini, dedi.
Aradan bi 10 dk geçti bizim tüpten hala ses seda yok. Tam arıcaktım ki o davrandı.
- Kardeşim ben Özlem sokaktayım. Burda 15 numara yok.
- Nasıl abiciim ya, kapının girişindeyim yarım saattir seni bekliyorum. Ne var etrafında Migros’u gördün mü?
- Ne Migrosu yahu, burda BİM var.
- Abiciim ne BİMi ya, BİM 5 sokak ötede
- Senin ev Cumhuriyet İlkokuluna yakın mı birader, ben burdan okulu görüyorum çünkü.
- Tamam işte sen okula doğru git, bizim sokağın önünden geçeceksin, belediyeye gelmeden yakalarım seni, beni sokakta görürsün.

Aradan bi 5 dk geçti ama ortalada kamyondan eser yok.
- Abi ben geldim, yola bakıyorum ama, sen nerdesin abi?
- E Belediyenin önüne çektim dev gibi kamyonu, durdum seni bekliyorum
- Olur mu abi ben tam önündeyim. Bak arkada koskocaman yazıyor. Keçiören Belediyesi.
- Ne Keçiöreni, ne belediyesi birader? Sen nerdesin yahu?
- E Ankaraaaa..
- İstanbuldayım oğlum ben. İstanbuldan Ankaraya tüp mü istiyon sen?
 
İşte o an, baştan aşağıya kaynar sular dökülmesi, bu GAZ denen telefon numarasının nerden alındığının hatırlanmaya çalışılması, cep telefonun ilk çıktığı vakitlerde aile evinin oralarda yolda giderken babamın yeni açılan tüpçünün telefonunu unutmayayım diye benim cebe kaydetmesi, bekar evinde ilk tüpü diğer arkadaşın değiştirtmiş olduğunun akla gelmesi, 11818den bulduğum numaranın doğalgaz şirketi olması…Hepsi saniyenin 10da biri kadar bir sürede hem de…Neyse ki, adam anlayışlı çıktı da telefonda karşılıklı güldük.
Tüpün yenilenmesinden 1 ay sonra sokağa doğalgaz geldi, dertler bitti.

4 Haziran 2012 Pazartesi

Kurumsal Turkche

Hayatım boyunca hiçbir zaman ‘küçük’ bir şirkette çalışmadım.

Aslında bir şirkette hiç çalışmadım desem yeridir.
Burdan hemen baba parası yediğim anlamı çıkmasın.
Çalıştığım yerler günümüzün moda deyimiyle finans kurumlarıydı ve hiç de küçük kurumlar değildi.
Dolayısıyla büyük kurumda çalışmanın getirdiği ‘kurumca dili’ni iyi öğrendiğini sanıyorum.
Daha doğrusu sanıyordum.
Taa ki yeni başladığım, başka bir büyük finans kurumunda işe başlayana kadar...
Pazartesi sabahı, pazarlama müdür yardımcısı olarak başladığım bir yerde, bilgisayarın kurulması ve adıma tanımlanmasından sonra Outlook’u açmamla birlikte aldığım ilk e-postayla birlikte daha öğrenmem gereken çook lisan olduğunu farkettim. Zira gelen e-posta aynen şöyleydi:
 
“Son zamanlarda yapılan update çalışmalarına bağlı olarak, high level biçimde büyük bir özveri ve confidence ile devam etirmekte olduğumuz bir üst levela atlama processinde hepinizin vermiş olduğu emeklerden dolayı size teşekkür ederim. Bu process sürecinde sizlerden beklentimiz, üst levellarda da gücümüzü ve verimliliğimizi artırmak adına, performansınızı best effort düzeyinde tutmanızdır. Şunu hatırlatmak isterim ki, şu kritik dönemde gösterilen bu üst düzey performanslar kurumsal gelişimimize büyük katkılar sağlayacaktır. umarım sene başında set ettiğimiz kotaya ulaşırız.
iyi çalışmalar dilerim.
saygılarımla/brgds”


Anladım ki, şu ana kadar çalıştığım yerler hiç de kurumsal değilmiş.
Bundan böyle ben de kurumsallıkta çağ atlayıp set edilen yeni marketing kotalarını daha da push edeceğim.
Tüm haftanın back up’ını alıp her hafta yapılacak meetinglere strong bir presence ile girip, çok daha confident bir şekilde çıkıyor olacağım ve kurumsal assetlerimizi maximize etmek adına kendimin best effortunu göstereceğim.
Assign edildiğim tüm görevleri deadline süresine kadar verimli workshoplarla güzel bir teamwork eşliğinde çözüme kavuşturacağım ve karşılıklı feedbackler sonucunda alınan tüm decisionların şirket karlılığını maximize etmesine çalışıyor olacağım.
Achın önümü...
Summer is coming, pardon ben ‘come’ıyorum.