20 Temmuz 2012 Cuma

Ramazanda Pavlov

“... Aslında hepimiz birer Pavlov köpeğiyiz.”

Aynen böyle söylemişti babam, bir dost muhabbeti sırasında. Küçüktüm. Sohbetin tamamı aklımda kalmamıştı ama babamın söylediği bu söz hafızama kazınmıştı. Tam anlamamıştım ve çok da merak etmiştim: Pavlov neydi, bir kopek türü müydü, babam neden hepimize köpek demişti.

Yıllar geçtikten sonra, elim az buçuk kalem tutmaya başlayınca, anladım ne demek istediğini... Pavlov'u ve o meşhur köpek deneyini. Rutin hayatımızın bir özetiydi, babamın söylediği o müthiş cümle. Zira beyin beden koordinasyonu aynı hareketi sürekli birşekilde tekrarlamaktan artık rutin bir hal almıştır. Beyin düşünmez sadece yapar. Ama bazen ne yaptığını farketmez. Yani, günlük hayatımızın şartlı reflekslerle dolu olduğunu göstermek istemişti babam.

Plaza çalışanı olarak, giriş/çıkış turnikelerine her Akbil kartı basma girişimimde hatırlarım babamın bu müthiş sözünü. Gülümserim. Hatta bazen işyeri giriş kartımla metrobüse bile girmeye çalışırken bulurum kendimi.

Sabahları diş fırçasına diş macunu yerine traş köpüğü sıkmaya çalıştığımda hatırlarım yine sevgili babamı…

Bunlar yine de küçük, ufak tefek dalgınlıklar. Araya bir de ramazan ve oruç gibi kavramlar girince dalgınlıklar acayipleşebiliyor. Özellikle de ramazanlar yaz aylarına denk geldiğinde. İftar saati 8i geçtiğinde.

O gün de benzer bir senaryo benim için sahnedeydi.

Ramazanın ilk gününde, yoğun geçen bir işgünü akşamında, çıkışta arkadaşlarla sohbet ede ede, dünyanın yolunu yürüdük ve Zincirlikuyu metrobüs durağına geldik. Birbirimize iyi akşamlar dileyip gruplara ayrıldık. Biz iki kişi, Avcılar istikametine giden metrobüse bindik. Muhabbet ede ede bir 20 km daha yol gittik. Bir taraftan da ‘bu yürüyüş ve muhabbet iyi geldi, ilk günden oruç vurmadı, ne güzel’ diye düşünüyorum. Neyse efendim, metrobüsten indim, oturduğum siteye geldiğimde, evin önünde beynimden vurulmuşa döndüm.

Arabam yoktu!..

Apartmanın etrafındaki bütün arabaları hızlıca taradım.

Hayır yoktu.

Elim ayağım boşaldı. Zaten eve yaklaştıkça attığım her adımda oruç başıma vurmaya başlamıştı. İftara sadece birkaç dakika vardı. Sakin bir şekilde düşünmeye zorladım kendimi. Sabahtan başlayarak tüm bir günümü film şeridi gibi gözümün önünde canlandırmaya çalıştım…Kan şekerimi yükseltip tüm gün rutin işleri yapan beynimi iftar öncesi son kez çalışmaya zorladım.


 

Evden çok uzakta çalışan birisi olduğum, işime nadiren metrobüsle ama çoğunlukla arabam ile gittiğim, fakat park yeri sorun olduğu için belirli bir parkyerimin hiç olmadığından boşta nereyi bulursam oraya park ettiğim ve genellikle iş çıkışında da nereye park ettiğimi unuttuğum aklıma geldi…

Evet o sabah da işe araba ile gitmiştim...

Rahatladım. Aklıma yine babamın meşhur sözü geldi. Gülümsedim. Kafamda bu düşüncelerle kapının zilini çaldım.

Ama içerden ses yok.

Ne çocuk sesleri, ne eşimin sesi, ne de açık bir çizgi film kanalı sesi. Kapı duvar. Birkaç kez daha zili çaldım ama hala ses seda yok. Söylenerek, kapıyı anahtarımla açıp içeri girdim. Kimse yok. Evde yemek bile yapılmamış. Homurdanarak kendime hızlıca bişeyler hazırladım, zira iftara sadece 10 dakika var. Bi taraftan da çocuklar bakıcılarıyla sitenin parkındalar, hanım ise trafiğe takıldı gibi senaryoları yazıyorum… Sofrayı hızlıca hazırladım, oturdum. Saatime baktım.

Tam akşam ezanını beklemeye başlamıştım ki, cep telefonum çaldı, açtım.

Karşımda önce şaşırmış bir sesle, sonra da öfkelenen karımın sesi... Derken fonda çocukların ve annemin sesi, en sonra da arka fonda babamın kahkahası. Beyinde şimşek çakması, kollu slot makinesinden büyük ikramiye kazanmışçsına hızlıca düşen jetonlar silsilesi.

İlk iftar için annemler bir gün öncesinden davet etmişti, çalıştığım yer onlara sadece 10 dk yürüme mesafesindeydi. (Yani iş çıkışı, yürüme olayında aslında doğru şekilde güdülenmiş ama bunun sebebini tamamen unutmuştum) Üstelik, eşim de işyerinden izin almış, biraz erken çıkmış, gitmiş, anneme yemek için yardım etmiş, sofrayı hazırlamışlar: Çoluk çocuk ailece beni bekliyorlar…

Peki ben nerdeyim? Tam 20 km uzaklıkta, yalnız bir Pavlov köpeği olarak, işyerinin dibinde arabasını unutmuş, zeytin peynir ekmekle oruç açan bir zavallı beyaz yakalı.

Pavlov! Ahirette iki yakam elinde olacak.

Yok yav, bu laf da böyle değildi sanki.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bebek

Otobüsteyim. Edirne'ye doğru gidiyoruz. Otobüs dolu. Acil bir iş çıkınca en erken saate biletimi aldım. İşlerimi halledip, akşama doğru dönme planım var..

Çok erken kalkmanın getirdiği mahmurlukla, uyku hafiften bastırmaya başlamıştı ki, otobüslerin o çok bilindik sesiyle koltuğumdan fırladım:

- Ingaaa..

Hemen arkamdaki koltukta, tahminimce 6 aylık bir bebek, beni neden bu kalabalığa soktunuz, dercesine feryat figan ağlıyor.

- Yooook, yoooook, yoooook, diyerek annesi bebeği sallamaya başladı.

- Anlamaz ki seni yenge. Minicik bebek o, diye takıldı muavin sırıtarak.

Anne ters ters muavine baktı.

- Ağlama annecim, ağlama bebeğim, bak geldik, birazdan incez, diye devam etti. Dışarı baktım, daha Mahmutbey otoban gişelerine bile varmamışız. En az 2.5 saat yol var.

Bebek, haliyle, bunların hiçbirini anlamadığından yüksek sesle ağlamasına devam etti.

- Acıkmıştır, dedi iki arkadaki yaşlı teyze. Bu ağlama sesi, acıkma ağlamasına benziyor.

- Yoo, dedi şaşırmış görünen anne. Daha otobüse binmeden emzirdim onu. Karnı tok, merak etmeyin.

Baba telaşlanmıştı.

- Hanım bi altına bak bakalım, dedi otobüsün içine mahcup bakışlar atarak.

Annesi bir yandan bebeği sallarken bir yandan da gizlice, bebek bezinin altına baktı. "temiz" dedi.

- Bu tip durumlarda, ben elektrik süpürgesi çalıştırırdım, bizim oğlanın sesi şıp diye kesilirdi, dedi yaşlı teyzenin hemen yanındaki, ekürisi olduğunu sandığım, ikinci yaşlı bayan.

Birincisi hemen katıldı:

- Di mi ya, o sesi duyunca hemen ağlamasını keserdi minik Ahmet. Nasıl şimdi? Askerlik çağı gelmiştir.

- Geldi geldi. Kısmetse bu sene yollucaz teyzesi.

Tam da 'eyvah, bebek ağlamasına eşlik eden bir uçsuz bucaksız bir muhabbet' başlıyor diye düşünüyordum ki, baba devreye girdi:

- Teşekkürler, dedi. Keşke burda olsaydı da çalıştırsaydık.

- Çığlık en etkili yöntemdir, dedi koridorun diğer tarafında oturan genç bir bayan. Ben Zeynep'im ağlarken hep çığlık atardım, kendisinden daha güçlü bir ses duyunca bir anda durur, meraklı gözlerle etrafa bakardı.

Anne ve baba garip bir şekilde genç bayana baktılar. Zaten bebeğin çığlıkları tüm otobüsü kaplamış, şöför dahil herkeste homurdanmalar yükselmeye başlamıştı... Anne çaresizce ayağa kalktı, kollarında bebek olmak üzere otobüsün dar koridorunda bebekle yürümeye başladı. Bir yandan da "ağlama bebeğim, ağlama yavrum" deyip bebeği sallamaya devam ediyordu.

Bebek biraz rahatlamış gibi oldu. Sesi azalır gibi oldu. Kendi kendine yüksek sesle mırıldanmaya başladı.

- Hah, bak kendine ninni söylüyor. Uyur birazdan, dedi birinci yaşlı teyze.

- Evet nihayet, dedi ekürisi. Sesi söyleniyor gibiydi.

Bu şekilde Çorlu sapağına kadar geldik. Otobüs sakinler gibi olmuş, yol boyunca koridorda dönüşümlü olarak kollarında bebek ile gidip gelen anne ve baba ise bitap düşmüştü. Zira ebeveynleri ne zaman oturup dinlenmeye yeltense, bebek sanki durumu anlıyormuş gibi bir çığlık atıp tekrar ağlamaya başlıyordu.

Durumdan memnun olan bir tek muavin varmış gibi görünüyordu.

- Yenge sayenizde kaptana kahve servisi yapmıyorum valla, dedi aynı şekilde sırıtarak. Anne yine ters ters baktı.

- Hasta mı acaba, dedi orta yaşlı bir adam. Temmuz ortasındaki sıcağa rağmen, üzerinde uzun kollu bir gömlek ve bir kolsuz kazak vardı. Yolun henüz başındayken, ceketini de üst kısımdaki bölmeye katlayarak yerleştirmişti.

- Değil merak etmeyin, ateşini ölçtüm, dedi anne.

- Bebekler çabuk hasta olurlar, diye üsteledi adam. Vitamin olduğunu zannettiğim efervesanı, muavinin getirdiği su dolu bardağa attı ve erimesini izlemeye başladı. Ardından devam etti:

- Klimalar aslında çok sakıncalı. Şöförler yolda uyuyakalmasınlar diye yol boyunca klimaları sonuna kadar açıyorlar. Olan yolculara oluyor, dedi. Eriyen solüsyonu yudumlamaya başladı.

- Hemen hastalanılır mıymış abiciim, diye araya girdi muavin. Yavrucağız araca biner binmez ağlamaya başladı. Belli ki kalabalıktan ürktü, dedi.

- Olabilir, dedi baba, yorulan anneden nöbeti devir alırken.

Koridorda tekrar bebek ile volta atmaya başladı. Bebek sesli bir şekilde kendine ninni söylüyor, eğer anne veya baba yorgunluktan bir anlığına duraksarsa veya taşımak için nöbet değişimi yaparlarsa anında çığlığı basıyordu.

Edirne gişelerine gelmek üzereydik. Arka sıralaradan birkaç genç:

- Biberona biraz alkol koyarsak kesin çözüm, diye dalgasını bile geçmeye başlamıştı.

Zaten canı burnuna gelmiş baba, tam da hışımla gençlerin üzerine yürümek üzereydi ki, muavin ve ayağa fırlayan birkaç kişi babayı engelledi.

Bu esnada, en arka sırada cam kenarında, yol boyunca kulaklığını hiç çıkarmamış ve muhtemelen otobüste uyuyabilmeyi başarabilen tek kişi olan ve giyim kuşamından üniversite öğrencisi olduğunu sandığım genç bir adam, gözlerini açtı. Etrafa baktı. Kulaklıklarını çıkardı. Bebeğin aralıklarla otobüste yankılanan ağlamasını farkedince, ayağa kalktı. En ön sıraya kadar gelmiş babanın yanına geldi, kulağına birşeyler fısıldadı. Baba şaşkın bakışlarla genç adama bakarken, genç adam kulaklıkları bebeğin kulaklarına usulca ve dikkatle yerleştirdi.

Otobüsün içini derin bir sessizlik kapladı. 10 saniye içinde bebeğin ağlaması gitmişti.

Birkaç kişi durumu farkedip kafalarını kaldırdı. Şöför bile bebeğin ağlamasına alışmış olacak ki, sessizliği farkedince dikiz aynasından durumu incelemeye başlamıştı.

- Naaptın birader sen, in misin cin misin, büyücü müsün, nesin, diye sordu olay yerine hızlıca gelen muavin.

- Önemli bişey değil yaa, diye omuz silkti genç adam. Telefonda bir 'sleep baby' diye bir program var. Ablam çocuklarını hep onunla uyutur. Ben de bu yavrucağa dinlettim.

Bir anda otobüsün içinde bir alkış tufanı koptu. Genç adam hem bir utangaç gülümseme hem de zafer kazanmış bir komutan edasıyla, sağa sola kafasıyla selam vererek yerine doğru yürümeye başladı. Hayrettir ki, bebek bu alkışların hiçbirini duymamıştı ve mışıl mışıl uyuyordu.

- Bu teknoloji çok gelişti ayol, dedi birinci yaşlı teyze. Yakında telefonlarla bebek bile yapacaklar nerdeyse.

- Yaa evet evet, dedi ikinci teyze.

- Nerdeydin birader sen yaa, diye orta sıralardan bir ses yükseldi.

Zira otoban gişelerini geçmiştik ve Edirne otogarına sadece 1km kalmıştı.

13 Temmuz 2012 Cuma

Yoldayım, 5dk'ya ordayım... Nah ordasın.

-          Hanım, sefer tasını hazırladın mı?
-          Hazırladım Bey.
-          Neler koydun bakiim?
-          Fazla bir şey değil. Seni işe götürecek kadar.
-          Hmm. Nelermiş onlar?
-          İşte 3 dilim kepekli ekmek, 1 rafadan yumurta, 2 domates kestim, biraz salatalık, 8-10 tane kadar siyah, bi o kadar da yeşil zeytin. İki tane minik kaba reçel ve bal koydum. Kaşar peynirin var. Yağsız beyaz peynirin de ayrı bir kapta. Yarım litrelik termos bardağına da demli çayını koydum. Dün komşularla yaptığım Gün’ümden kalan keklerden 3-4 dilim ekledim. Bir avuç kadar ceviz içi var…. Haa bir şişe de su koydum, hapların için.
-          Eh yeter bunlar. İşe kadar idare edicez artık!.. Hanım sen benle dalga mı geçiyon? Afrikaya yardım götüren Kızılay ekibi miyim ben? Onları taşırken kolum ağrır, kas yaparım yahu.
-          Olur mu öyle şey Bey. Senin şekerin var, tansiyonun var, romatizman var…. Haa hastalıkları saymışken prostatın da var biliyosun, o yüzden bir kap da boş şişe koydum. Yolda kaza olmasın diye.
-          Bak ona gerek yok.
-          Nedenmiş o?
-          Belediyemiz bu trafiğe çok güzel bir önlem almış: Gişelere seyyar tuvalet koymuş. Bi koşu giderim.
-          Halt etmiş onlar. 20 kilometrelik trafikte, insanların çişi sadece gişelerde mi gelirmiş. Sen al gene de şu boş şişeyi. Dursun arabada bi köşede.
-          Iyi iyi öyle olsun
-          Bu arada bir havlu da koydum, bir de temiz giysiler.
-          Onlar nedenmiş?
-          E geçen sefer köprü üstünde maç yaptıktan sonra kan ter içinde kalmıştın ya. Bu sefer havluyla kurulanırsın.

-          Güzel maç olmuştu ama. Her gün aynı adamlarla trafikte kalmaktan arkadaş edindik fena mı. Belediyemizin böyle de güzel bir hizmeti oldu bize işte. Üstelik, bu akşam turnuva yapacaz. Geçenki maçı izleyip beğenen 10-15 kişilik başka bir grup bu akşam için maç teklif etti. Akşama köprüde 4 takımlı turnuva var. Havluyu koyman iyi olmuş. Ben bir de spor aykkabılarımı ekliyeyim.
-          Asfaltta maç mı olurmuş Bey.
-          Olur olur, bal gibi olur. Hem halı saha parasından da yırtmış olduk. Boş beleş maç yapıyoz işte. Hem de pek havadar oluyo. Romatizmalarıma, hatta tansiyonuma bile iyi geliyo yav, temiz deniz ve boğaz havası işte ne güzel.
-          İyi iyi, öyle olsun. Ama sen gene de dikkat et kendine.
-          Dikkat ederim merak etme. Benim asıl canımı sıkan, o düğüncüler.
-          Nasıl yani.
-          2 gün önce köprüde halay çekenlerin bu akşam düğün tertipleyeceğini öğrendim dün. İnşallah olmaz, yoksa yer sıkıntısı çekeriz.
-          Düğün mü yapacaklarmış?
-          Evet yaa. Yapacaklarmış. Buldular tabii mis gibi manzaralı ve geniş ücretsiz mekanı, affetmiyorlar. Millet Çırağan’da evlenirken bunlar bizzat boğazın tam göbeğinde düğün yapacaklar. İki kıtanın ortasında. Geçen günkü halay kesmemiş onları. “şöyle güzel bir kasap havası yaparız” filan diye konuşurken duydum.
-          Aman Bey sen karışma onlara. Anlaşın, onlar bi kenarda halay çeksin, siz de diğer kenarda turnuvanızı yaparsınız. Koskoca köprü, ikinize de yeter nasıl olsa.
-          İnşallah Hanım, inşallah. Hadi ben çıkıyorum. Zaten sabah ezanı da okundu, geç kalıcam. Artık işe 10 gibi gidersem iyi.
-          Hadi Bey, selametle.

10 Temmuz 2012 Salı

Yaz Geldi, Antalya Sahilleri Renklendi

Mümtaz basınımızın olağan başlıklarından birisidir bu. Her yaz okuyucu çekmek için yapılan, bikinili güzellerin fotoğraflarından oluşan haberler, ya da aslında hEberler, kolajıdır. Çünkü önemli, olan resimdir, başlık ya da altında yazan yazı ise sadece bir ‘soap opera’ tadındadır….


Okusanız da olur okumasanız da…


İşte, naçizane DEERin Adam olarak size bu tip erkek egemen başlıklardan kurtarmak üzere, bu yaz boyunca bol bol göreceğiniz hEberleri bir kolaj halinde sunuyorum efendim.
HEberin resmini ise gözünüzde canlandırmanız kafi:
-          Hülya Avşar, Bodrumda bikiniyle yakalandı…
(Öyle bir başlık atmışlar ki, sanırsın kadıncağız Bodrumda 2 kilo eroin ile suçüstü yakalanmış)
-          Ünlülerin güzellik sırları…
(Bu meşhur sırrı bilmeyen kalmadı; hemoroid kremini hepimizin bildiği malum yere değil, ama gözaltlarına sürüyorlar)
-          Ailesi bu fotoğraflara çok kızdı…
(E kızdıysa niye hala yayınlıyorsun demezler mi adama. Kızcağıza bir ceza daha mı verdirmek istiyorsun)
-          Güneş yanıklarına dikkat…
(Başlığı görünce, haberin içinde deri kanserinin çaresini buldular sanıyorsun ama fotoğrafı görünce.. işin aslı öyle değil işte...'sanırım hEberci, burda tanganın güneş yanıkları üzerindeki etkisini araştırmak istemiş' diyorsun.)
-          Meme kanserine yol açan gen bulundu…
(Bu gen nedense her sene sadece yaz döneminde ortaya çıkıyor. Ve bu gen, sanırım sadece bikinili güzellerde var)
-          Ukrayna’ya vize kalktı…
(Başlık bu. Ama haberin resmini gören kişi, kalkan şeyin vize değil ama başka bir şey olduğuna kesinlikle emin olur)
-          “Benim de Türkan Şoray kanunlarım var”…
(Kızımızın filmler için kanunları var ama nedense resmine baktığımızda bu kanunları pek uygulamıyor görünüyor. Teori var da, pratik pek yok gibi)
-          Elbisesinin azizliğine uğradı…
(Aha işte gerçek anlamda, resim/haber bütünlüğü olan bir haber. Tebrik ediyorum… Amma velakin, gerek var mıydı böyle bir habere. Koskoca gazeteye göre günün sürmanşetlik haberi bu mudur?)
-          Çöl sıcakları geliyor…Son 50 yılın en sıcak yazı…
(Evet canım, bu haberleri gören herkes, erkek kadın demeden bir koşu gidip daracık minicik bikinileri giyiyor ve böylelikle sıcaklara karşı inanılmaz bir önlem almış oluyor)
-          Sereserpe uzandı…
(İşte, 70 milyonluk ülkenin en merak ettiği konu; güzel manken kızımız uzanabiliyor. Öyle bir ortopedik ve ergonomik bir yaşam formuna ulaşmış ki, bir de hiç utanmadan hem de nazire yaparcasına yerlere uzanabiliyor. Tüm ortopedi ve romatizma hastaları olarak bu güzel kızımızı kınıyoruz. Uzanan var uzanamayan var. Haa bu arada ciğere, murdar demek de var)
-          Ajda Pekkan’ın gençlik sırrı…
(Aslında en çok merak ettiğim ve tüm yazılarını en az 2şer kez dikkatlice okuduğum hEberlerden birisi bu. Ama şu ahir ömrümde bu hEbere en az 100 defa denk gelmeme rağmen, daha bir kez bile bu sırrın verildiğini görmedim. Adına ‘haberci’ denilen kişilere burdan bir çağrı yapıyorum: Verin bu sırrı, yapın halkımıza bir güzellik. Herkes genç kalsın.)

Bunlar yine de iyi başlıklar tabii. Benim asıl korkum bir gün bir gazetenin sürmanşetinin tamamının 'Bülent Ersoy'dan müthiş frikik' hEberiyle ve fotoğraflarıyla dolması.