26 Nisan 2012 Perşembe

Sinema

Sanırım ilk kez Pakize Suda kadınlar için demişti bu lafı. Sonra, öznesi erkekler, fanatik taraftarlar diye değişip liste uzadı. Ama lafın orijinal hali hiç değişmedi:
“Bir kadını anlamak istiyorsan hamamböceğini takip edeceksin: Hamam böceği bir istikamete doğru yol alırken, hiçbir engelle karşılaşmamasına rağmen aniden durur ve bambaşka bir yöne doğru koşmaya başlar. Bunun nedenini çözdün mü kadınları da anladın demektir”
Bu lafın ortaya çıkmasından yıllar once bir benzerini de Teoman’dan duymuşluğum vardır. Sosyoloji bölümünde okuyan Teoman, Kadın Araştırmaları üzerine bir tez yazmak istemiş ve kadınlar konusunda oldukça detaylı araştırmalarda bulunmuş ve vakti zamanında aynen şöyle demiştir:
“Kadınların ne yapabileceklerini artık çözebiliyorum. Ama bunu neden yaptıkları konusunda hala en ufak bir fikrim yok”
Şimdi bakıyorum; adam sosyoloji okumuş, kadınlar üzerine master yapmış ve hala konuya tam olarak vakıf değil.
Ben ne yapayım kardeşim, ben ne yapayım.
Ne yıllarca sosyoloji okudum, ne de kadın üzerine master yaptım. Kadınlar üzerine tüm deneyimim, en uzunu 1 yılı bile bulmayan ‘sevgili’ dönemlerinden ibaret. Ben ne bu işin okulunu okudum, ne masterını verebildim.
Üniversite giriş sınavındaki integral sorusunu ilkokul bilgimle çözmeye çalışsam da, tekrar tekrar denemekten yılmam.
O akşamda aynısı oldu.
Organizasyon işinden pek anlamayan ben, toplu bir sinema organizasyonu işini kız arkadaşıma bıraktım. Daha doğrusu organizasyonu yapma işini, hevesle benim elimden aldı. Sorun diil. Zaten pek sever böyle şeyleri.
Neyse efendim 5 kız ve 5 erkekten oluşan bir grup Pazartesi akşamı sinemaya gidecez. Pazartesi sabahı, mesai nedeniyle zaten zihinler bulanık, e-mailler havalarda uçuşmaya başladı. Her toplulukta olduğu gibi film yine bir türlü seçilemedi. 10 kişi var, 10undan da farklı bir film adı geliyor. 10 saniyede bir, benim böğürtlen cebimde, toplantı-tuvalet dinlemeden her yerde  titriyor.
-          Ona gidelim
-          Iyy iğreaaannç
-          Şuna gidelim,
-          Ay o film çok kötüymüş.
-          Buna gidelim
-          O filmi biz geçen hafta Tankut’la izlediiiiğğk.
Sonuçta her toplulukta olduğu gibi herkesin reddetmeyeceği ama kesinlikle severek izlemeyeceği bir ortak filmde karar kılındı: Herkes mesai bitiminden sonra sinemaya gelecek, orda buluşacaz ve birlikte girecez.

Kız arkadaşım, arkadaş grubunun nerdeyse sülalesini bile tanıdığı için, her biri farklı şirketlerde çalışan arkadaşlarımdan hangisinin hangi servise binmesi gerektiğini, hangi otobüse binip hangi durakta inmesi gerektiğini, arabasıyla gelecek olanın geleceği sinemanın tam GPS koordinatlarına kadar envai çeşit organizasyonu yaptı. Biletleri internetten aldı. Ve bunların hepsini öğlen yemeğine kadar yaptı.
Mesai bitti, sinemaya gittim, herkes sinemanın önünde bekliyor, muhabbetler gülüşmeler gırla gidiyor. Hatta fazladan 2-3 kişi daha bile gelmiş.
Ama bizimkisi yok.
Filmin başlamasına 2 dk kalmış hala ortalarda yok. Halbu ki, buraya en yakın işyeri onun. Yürüyerek 10 dakika.
Yine aklımdan binbir senaryo geçiyor. Çünkü maalesef bu ilk kez yaptığı şey değil. Saçları ve makyajı tam içine sinmediği için kuaförden çıkıp, doğruca eve gittiğini bilirim. Giyecek uygun kıyafeti yok diye, arkadaşlarından birinin düğününe gitmediğini bilirim. Sırf kuaföre gidecek enerjisi yokmuş diye, kına gecesine katılmadığını bilirim. Hatta canı birden dışarda olmayı değil, evde yatmayı delicesine istediği için beni tiyatro kapısında 1 saat beklettiğini bilirim. Aklıma o senaryoların tamamı geliyor.  Hemen arıyorum:
-          Hayatım biz geldik, filmin başlamasına 1 dk kaldı nerdesin?
-          Ben gelmiyorum siz girin filme, diye donuk bir cevap geliyor.
Buyur burdan yak. Sen bütün gün organizasyonu yap ama gelme.
-          Nooldu hayatım birşey mi oldu, diyorum.
-          Yok bir şey, diyor. Şimdiye kadar duyduğum en korkutucu cevaptır bu: Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyor.
Bir konuda kadının canı sıkılmışsa, erkek ona ilk olarak "ne oldu" diye bir soru cümlesi yöneltir, ve bu soruya kadın ilk olarak "bir şey yok" diye cevap verir. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Bak güzelim tamam anladık birşey yok derken aslında "şu anda kızgınım üzgünüm ve küfür ediyorum, lanet olsun, uf yaa, neler oldu neler" demek istiyorsun ama bunu neden direk olarak ilk etapta söylemiyorsun, anlamıyorum.  Bu tuhaf durum erkeğin bu sefer "ya aşkım ne oldu söyler misin" sorusunu ikinci ve üçüncü defa sormasıyla devam eder. Kız birden ciddileşip "ya bak bir kere sordun birşey yok dedim, ikinci kez sordun birşey yok dedim, anlasana birşey var ama ben konuşmak istemiyorum ve sen zorladıkça moralim bozuluyor" diyerek bir de azar işitirsiniz.
Ben ilkokul seviyesinde dolanan ‘ilişki’ bilgimle direkt olarak bu ara etapları savuştururum ve konuşmaya şöyle devam ediyorum.
-          Anladım. Birşeyler var ama şimdi sorarak canını sıkmayayım. Sonra sen sakinleştiğinde konuşuruz.
Neyse efendim, biz filme girdik. Pek çoğumuzun önyargıyla bek beğenmeden isteksizce seçtiği film gayet de güzel ve çok keyifli bir komedi çıktı. Yüzümde sırıtma ifadesiyle filmden çıktım. Arkadaşlarla sinema önünden ayrıldık, telefonu açtım, bir de baktım ki tam 5 mesaj var.
Buz kestim.
“benmle bu kadr ilgilenyorsun demk ki”
“ne oldu ne bitti diye hiç de sormk öğrenmk yok, afrin sna”
“bn burda yaşıyomuym, neden gelmedn  diye bir sormadn ble”
“bn burda acılr içindeykn, sen ii eğln bkalım”
“nyse bn yatıyorm, sna iyi eğlncler”

*

Ancak, 3 günün sonunda cesaret edip arayabildim ve neden o akşam filme gelmediğini de nihayet öğrenebildim. Meğer buluşacağımız gruba sonradan gelen kızlardan biri olan Aylin’in, 2 ay once bir barda eğlenirken onu sinir eden bir hareketi aklına gelmiş. Ona hala çok kızgınmış ve kendini tekrar onunla aynı ortamda bulunmaya hazır hissetmiyormuş. Yoksa saçını başını yolarmış.
Rahatladım. Üzerimden büyük bir yük kalktı. Neyse ki benle ilgili değilmiş.
Bunun için Aylin’e teşekkür mü etsem acaba.

20 Nisan 2012 Cuma

Hakem maçı 90 dakika uzatıyor. İnanılır gibi değil.

Barlara içmeye eğlenmeye dağıtılmaya gidilen gecelerde, çoğu için asıl eğlence gidilen mekanlardadır. O mekan senin bu  mekan benim gezilir, içilir, eğlenilir. Üyesi bulunduğum çok içici 'oktober–fest' arkadaş grubu da içmeyi dağıtmayı pek bi sever. Cumartesi akşamları içelim coşalım güzelleşim havasına girdiklerinde illa ki benim telefonum çalar.
-     Yiğiiiit, akşama Taksime akıyoruz, sen de geliyosun.
Benim içkiyle alkolle aram pek yoktur ve onlara bir şöför lazımdır. Haliyle akla gelen kişi beni olurum. Hakkını vermek lazım, delikanlı çocuklardır, taşkınlık dağınıklık yapmazlar, öyle sağa sola sataşacak kadar sarhoş olmazlar ama illa ki çakırkeyflik denen mertebeye ulaşırlar ve eve dönüş yolu çok eğlenceli olur. Benim asıl sevdiğim de barlarda alkolun dibine vulduğu o anlar değil de, bu eğlenceli eve dönüş yoludur. Şarkılar türküler ve gecenin kız kritikleri eşliğinde birer birer evlerine bırakırım onları. Eğlencelidir. Zaten sırf bunun için kabul ederim tekliflerini. Hem benim onları zorla götürdüğüm sınırsız pizza günlerinden sonra bir nevi iyi gelir.
Yine bir Cumartesi gecesi, dışarı çıkmaya karar verildiğinde, ‘bu sefer’ dedim ‘Kadıköy’e gidelim. Karşı trafiği şimdi çekilmez’. Kabul ettiler. Neyse efendim, doluştuk arabaya, Barlar Sokağına gittik, güzelce eğlendik. Geceyi sabaha bağlayacağımız vakitlerde ben hafiften mırın kırın yapmaya başlayınca tekrar arabaya bindik. Yakındakileri bıraktıktan sonra arabada Oğuz ile ben kaldık. Paşabahçe’de oturuyor ve yolumuz uzunca. Oğuz’un kafa her zamankinden de güzel, neşeli neşeli etrafa bakınıyor. Temiz deniz havası alalım açılalım diyerekten sahil yoluna vurduk kendimizi, usul usul gidiyoruz.

FSM köprüsünün altından geçtiğimizde Oğuz kafasını ön cama eğip yukarıya köprüye baktı ve sanki kafasına dank etmiş gibi:
-       Abi beni eve bırakıcan güzel de bi yerden mutlaka prezervatif bulmam lazım
-       Olm bu saatte nerden bulacaz?
-       Abi nobetçi eczane falan buluruz
-       Hey Allahım ya, olm bu saatte senin şeyinin derdi icin nobetçi eczane mi arıcaz..tövbe tövbeee...
-       Abi arkadaşına yap bu kıyağı be.
Yol üzerinde kapalı bir eczanenin kapısından nöbetçi eczanenin telefonu aldım ve adres tarifi icin aradım. Yapalım artık bu kıyağı da. Daha sonra bunu ona sıkça hatırlatır, fazlasıyla çıkarırım.

Adresi aldım, ‘tamam’ dedim geliyoruz. Tam telefonu kapamak üzereyken, eczacı;
-       Beyefendi bu arada eczanemizin kurumsal antlaşmaları yoktur bilginize..
Gülmemek için zor tuttum kendimi. Az kaldı dişlemekten dudağımı kopartacaktım.
-       Tamam tamam, sağolun zaten pek kurumluk bişey almıcaz..
Şansımıza yolumuzun üzerinde olan eczaneyi bulduk. Fakat önü kapalıymış, az biraz öteye çektim, ama bizim Oğuz’un arabadan düzgün bir şekilde çıkıp prezervatif alacak hali yok. Gecenin son görevini de yerine getireyim bari dedim. Ofaya puflaya arabadan çıktım, 20 metre geriye yürüdüm, içeri girdim.
-       Hayırlı akşamlar. Kondom rica ediyorum ben, Durex var mı?
-       İyi akşamlar..maalesef ondan yok, bizde Fi…. var
-       Hmmm
-       İşte meyvalısı, super incesi, ekstra büyüğü falan..
-       Peki ben bi sorayım.
Nasıl olduysa dışarı çıkıp yürümeye üşendim ve dükkandan telefon açtım. ‘Durex yokmuş naapalım’ dedim. ‘Olmaz’ diyor. Beyefendiye kabul ettiremedik iyi mi. Sabahın 5inde, hiç gitmeyeceğin bir yerde, hiç işinin olmadığı bir eczacıda, seninle o anda hiç alakası olmayan prezervatifi ararsan düşeceğin durum bu olur işte.
-       Yok, dedim suratımı asarak. Bu marka pek rağbet gormedi.
-       Ooo bayan arkadaş beğenmedi mi yoksa? diye hınzırca gülümsedi.
Birden kafaya dank etti. Ulan neden telefonda ‘abi’, ‘olm’ gibi birşey söylemedin ki, bak işte adam bir de yanlış anladı durumu.

Sonra düşündüm, ya gerçekten de 'abi', 'oğlum' gibi şeyler deseydim, bu sefer daha da garip kaçacaktı. Adam beni yumuşak sanacaktı iyi mi. Ondan sonra işin gücün yoksa hiç tanımadığın bir adama bir de yanlış anlayacağı cinsel tercihlerini açıkla dur...Hay bin kunduz... İki ucu boklu değnek durumuna düşürdün beni. Oğuz yaktın beni yaaa. 
-       Eee yok, peki hayırlı geceler...ee sağolun, diyebildim.
-       Size de keyifli geceler, dedi eczacı. Gülümsemesi aynen yüzünde asılı kalmış vaziyette.
Yüzüm kıpkırmızı, çıktım ordan.
Alacağın olsun Oğuz.
Intikamım çok acı olacak.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Hep Amerikanın oyunu bunlar

-          Amarikanın oyunu bunnar abi, dedi
-          Ne Amerikası ne oyunu yahu, dedim.
-          İşte bu fırtına abi, dedi. Hepsi Amarikanın oyunu.
-          Nasıl yani ya, dedim. Zaten canım burnumdaydı. Mahalledeki kahvehanenin önüne parkettiğim arabam fırtınadan hasar görmüştü. Apartmanın tepesinden uçan bir kiremit arabanın ön camının tam ortasına nişan almış ve koskoca camı parçalamıştı. Ne kasko var ne bişey tabii. En az 1000 liralık masraf. Kahveci de fırlamış, başıma dikilmişti.
-          Abi, vallaha bak, Amarikanın oyunu, dedi. Bak beni iyi dinle. Şimdi şu harp var ya harp.
-          Ne harbi yahu, savaşta mıyız, dedim
-          Abi sen yannış annadın, dedi. Bak şimdi harp denen bir alet var.
-          Ha sen şu haarp denen manyetik alan ölçer aletten bahsediyorsun dedim.
-          Evet abi, dedi. Amarika yaptı bunu abi. Araştırdım ben. Çok araştırdım. Adamlar çok güçlü bir verici kurmuşlar. Tüm doğa olaylarını kontrol ediyorlar.
-          Ne yani, şimdi haarp'ı kullandılar ve dünyanın öbür ucundan İstanbulda fırtına mı yarattılar. Olacak iş mi bu yahu, dedim
-          Abi yapıyorlar tabi. Hatırlamıyor musun geçen yaz Moskovada çok sıcak olmuştu hatta tüm şehir bir kum bulutu altında kalmıştı. Sıcaktan ölenler olmuştu da Ruslar bu sıcaktan Amarikalıları sorumlu tutmuştu.
-          Nasıl yani, dedim.
-          İyonosfere çok güçlü dalgalar gönderdiniz, bizi kavurdunuz dediler abi, dedi
-          Allah Allah dedim,
-          Hem sonra dikkat et, Japonya depreminde, Endonezya depreminde hep bu haarp denen alet yüksek derece frekans yaymış.
-          Demek frekans yaymış

-          Evet abi, hem zaten Kütahya depremi olsun Van depremi olsun hepsinde bu aletin frekans düzeyi artmış. Grafikleri gördüm abi, tam deprem sırasında alet çıldırmış.
-          Yani, dünyanın bir ucundan aleti bi açtılar, öbür ucunda deprem oldu diyorsun öyle mi, dedim.
-          Evet abi, dedi. Hepsi Amarikanın oyunu.
-          Peki, dedim bende. Hiç aklına gelmiyor mu, bunun bir manyetik alan ölçer bir cihaz olabileceği. Amacının iyonosferdeki manyetik alan değişimlerini ölçebileceği ve depremlerin olduğu sırada yayılan manyetik alanın bu aletin ölçüm değerlerini artıracağı, diye sordum.
-          Yok abi, dedi. Olur mu hiç öyle şey. Basıyorlar düğmeye, hoop deprem oluyor, dedi.
-          Peki, dedim. Sıcak olunca termometrenin derecesi de yükseliyor mu?
-          Evet abi yükseliyor, dedi.
-          Peki sen termometreye dönüp de, ulan şerefsiz termometre, hepsi senin yüzünden bak sen yükseldikçe hava da ısınıyor diyor musun?
-          Yooo, neden diyeyim ki, dedi.
-          Peki dedi, richer ölçeği de depremler sırasında sapıtıyor, depremleri de richter ölçekleri yapmış olmasın sakın, dedim
-          Olur mu abi, onlar depremin şiddetini ölçüyor, dedi
-          Yani bunlar ölçerken, bu haarp denen alet de yaptırıyor öyle mi, dedim.
-          Evet abi, dedi.
-          Peki madem depremleri fırtınaları bu alet yaptırıyor, bu adamlar salak mı ki, sürekli bu aletin frekanslarını internete koyup cümle aleme yayınlıyorlar, diye sordum.
-          Orasını bilemem abi, dedi. Çay koyayım içer misin abi, diye sordu
-          Yok dedim, radyasyon vardır şimdi.
-          Yok abi, ne radyasyonu dedi. Bak ben de içiyorum, dedi. Somurtarak doğruca içeri girdi.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Beni Nisan yağmurlarında yıkayın

Yine haftasonu ve yağış ikilisi bir arada. Sanki İstanbulda değil de Muson yağmuru yiyen Malezyada gibiyim. İnternete giriyorum, herkes Mikaile saldırıyor. Millet ne muhteşem outdoor planları yapmış demek ki, diye iç geçiriyorum. Hava kapalı olunca havası bozulanlardanım ben de. Içim sıkılıyor kendimi bir şey yapacak modda hissedemiyorum. Zaten boş boş ve mal mal geçirecek bir haftasonum var, onu da yağmurlu geçirmek moral bozuyor tabii. Hoş sanki hava güneşli ve güzel olsa insanlığı kurtaracak bir icat yapacam da…ya da sanki dünyanın en güzel haftasonu programını hazırlamışım da yağmur engel olmuş falan filan da değil hani. Yine de insanız işte, can sıkılıyor, seçme özgürlüğü istiyor…
Hafızalarda kış, ve kapalı havalarda yapılanların hatıraları henüz yok olmadığından, hemen ilk akla gelen PES oluyor tabii. Açıyorum oyunu, başlıyorum oynamaya. Müzik setine bağladığım hoparlörlerden evin boş duvarlarına doğru, sanki dünyanın en muhteşem stadında en muhteşem 2 takımının korakor bir maçı yapılıyormuşçasına bir ses dalgası hakim oluyor. Kendimi  Camp Nou’nun numaralı tribününde hissediyorum. Yüzüme güzel bir keyif tebessümü yayılıyor. Barça ile Real’e çakıyorum da çakıyorum. Nasıl olsa dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Hatun da aramaz, haftasonu iptal diye mutlu mesut düşünüyorum. Ama o güzel düşüncelerin sonunu getiremeden tribünlerden cızırtı sesleri yükseliyor... : Telefon çalmak üzere.
Tam da David Villa, Casillas ile karşı karşıya iken yapılır mı ulan bu, diyorum. Oyunu durduruyorum. Zira hiç sevmez böyle şeyleri. Telefonun üçüncü çalınışında hala açmadıysam, nerdesin bakiim diye SMS gelir... Anında... Hatta bazen abartır, Twitter’a gir check in yap görecem, der. Ayem at sivit hom yazısını görünce, rahatlar.
Bu sefer öyle olmadı, cep telefonları çalmadan evvel elektronik cihazları biraz mallaştırıp tuhaf sesler çıkarttığını bildiğimden, PES’ten stad ambiyansına ek olarak cazırtılar duyunca anladım ki, o arıyor ve kaleciyle karşı karşıya bile olsam, ninja edasıyla uçup telefona saldırıyorum. İkinci çalışında yakalıyorum ve açıyorum.
-          Aşkııeeaaammm, hadi beni sinemaya götüüğğr.
Azizim, bu hatun kısmısının 'plan yapma bölümü' beyninde çok büyük bir yer kaplıyor. Ben bunu anladım. Dışarda deliler gibi yağmur yağarken hala bir yerlere gitme planı yapılıyorsa korkacaksın. Ama aşkım yağmur çamur, hem zemin de dışarı çıkmak için müsait değil demeye kalmadan kendimi, Optimum’da film afişlerine bakarken buluyorum. Yaklaşık 10 dakika yukarda asılı afişlere bakılıyor: Hmm, bu filme gittik, o Türkçe dublajmış olmaz, bu Titan mıdır neyin nesidir iğreaağnç dedikten sonra, boyun fıtığı başlangıcına ramak kalmışken seyredilecek film olmadığına karar veriliyor. Tamam o zaman geri dönelim PES beni özlemiştir diye düşünmeye hazırlanıyorum ki, E hazır gelmişken birkaç mağaza gezelim vitrin bakalım deniyor. Benim aklım Casillas’a atamadığım o golde, Mango senin Zara benim geziyoruz.
3 saat sonra elimde 8 çantadan oluşan bir set ile otoparkın yolunu tutuyoruz. Yarım kalmış bir PES, her vitrinde ve her mağazadaki elbise dizilerinin önünde saatlerce ayakta durmaktan helak olmuş bir çift bacak, izlenmemiş bir film ve tek kolda 4 çift ayakkabı ve 4 adet bluzu taşımanın getirdiği kasılmalar ile birlikte bir güzel ve yağmurlu cumartesiyi daha geride bırakmanın getirdiği huzurla eve doğru yol alıyorum.
Bekle beni Casillas, tüm hıncımı senden çıkaracam.

12 Nisan 2012 Perşembe

Ben Murat 131lerle büyümüş adamım.


Bu ülkede arabaya benzin koymak çok zahmetli iş azizim. Gençliğimizde elimiz ayağımız arabayla ilk tanıştığı vakitlerden bu yana arabaya hep 5 liralık benzin koyardım. Harçlık 10 liraydı ve yarısı benzine giderdi. Pederden arabayı çaldığım vakitlerde bu 5 lira ile acayip gezerdik, Taksim bölgesi yetmezdi, bazen karşıya bile geçerdik. O kadar çoktu yani. Gel zaman git zaman bu gezme süreleri ve gezme kilometreleri azalmaya başladı. Harçlık artmıyor ama benzin fiyatı habire artıyordu. E haliyle karşıya gitmeyi kestik. Taksim – Mecidiyeköy yapıyorduk. Bazen arkadaşlar da katkıda bulunuyor, Ortaköye kadar gidebiliyorduk. Hayat iyice pahalılaşınca katkılar azaldı, gezme menzilleri de daraldı. Gün geldi, benzinci abi ‘bununla 1 litre bile alamazsın’ dedi. Üniversiteye gidiyorduk ve devalüasyon denen şeyle tanışmıştık. Benzin de bundan nasibini almıştı tabi…
Neyse sonunda iş güç sahibi olduk da elimiz az buçuk para görünce 5 lirayı 30 milyona yükseltebildik. 60 litre benzin alınabiliyordu ve o zamanlar çoğu araba 45 litrede dolduğu için benim 30 liralık benzin aldığımı gören pompacılar arabanın tüm camlarını hatta farlarını güzelce yıkıyor ve giderken arkamdan gülerek el sallıyorlardı. Sonra kredi kartları çıktı bir anda, e biz de iş sahibi oluca hemen edindik. Baktık cepten nakit çıkmadan alışveriş yapılabiliyor benzini kartla almaya başladık. Ama bu kart işi tuhaftı. Önceden hemen pompacıya parayı sayıyor gidiyordun ama artık kartı içeriye koydular, numaracılar. Markete girdik kartla benzin ödemeye başladık. Ama bu seferde slip problemi ortaya çıkıyordu. Hangisi benim hangisi pompacının belli değildi. Ben slibi kasadan alıp neden pompacıya veriyorum ki diye düşünürken bir de acaba hangi slibi vericektik diye ikileme giriyordum. Sonra işi daha da abarttılar ve benzinciler kendi markalarının kartlarını çıkarmaya başladılar. Artık kartları da içerde okutuyorduk ve puan alıyorduk, amaaaa bilin bakalım sonuçta ne oluyordu?! eveeet,  ordan bir slip daha geliyordu….
Sonra benzinciler fatura kesmeye başladı.
İşte ne olduysa artık o andan itibaren olmaya başladı. Şimdi efendim gidiyorsun benzin almaya, depoyu fulleme dönemi zaten geçti, o yüzden pompacıya ‘100 liralık benzin koy’ diyorsun, tamam abi diyor. Sen de, işin acele ya, hemen markete giriyorsun. Kredi kartını ve benzinci kartını uzatıp 100 lira diyorsun. O eleman nasıl bir programladıysa kendini, o anda dışarda 15 pompa çalışırken ve içerde 10u ödeme yaparken, her birini gayet güzel idare ediyor. Arada sakız gofret alanların kart hesabına ekliyor. Benzinci kartlarını da puan toplayalım diye çekiyor. Sonra hepsini bir anda sana veriyor. Hoop bir de bakıyorsun elinde 3 tane slip. 2si kredi kartı slibi, biri benzinci kartı slibi. Yahu ben normal alışverişte bile acaba hangi slip benimdi diye panik yapan bir adamım. Şimdi eleman 3 tane slibi elime tutuşturmuş bakıyor bana, “sıradaki” der gibi. Neyse o kafa karşılıkığıyla bir devlet binasının içinde elinde evraklarla sağa sola dolanan garipler gibi pompacıya doğru gidiyorsun 3 slibi de uzatıyorsun, adam hepsini hızlıca inceleyip kendine ait olanı ışık hızıyla alıyor. Tam huzur içerisinde oh bee bir benzin alışverişini daha hasarsız atlattık derken arkadan ‘huuoop abii’ diye bir ses. Ulan ne oldu şimdi neyi yanlış yaptık demeye fırsat kalmadan, ‘abi fişini unuttun’ deyip bir de elime fiş tutuşturuyor.
Nooldu şimdi, 100 liralık benzin aldık, cepten hiç nakit çıkmadı ama 3 farklı slip cebe girdi. Artık cebe mi girdi nereye girdi bilemiyorum. Zaten deponun yarısı bile dolmamış. Sinirim tepemde. Tez zamanda suyla çalışan araba icat etmem gerek.

Seni filler getirdi yavrum.

Aslında çok yemek yiyen birisi değilimdir. Fakat tutumluluk nedir iyi bilirim. Bebekliğimizden gençliğimize kadar memur ailede yetişmenin getirdiği disiplinle kronolojik biçimde bak bu son kaşık bebeğim, hoop tır gelmiş nereye girmiş çocuğum, yemeğini bitir evladım, arkandan koşar yavrum, bak cinler çarpar yoksa evladım, gene mi cam kırdın yavrum, akşama sarhoş gelme gelme oğlum, o kız senin için çok büyük delikanlı (pardon bu son cümlelerde kronolojiyi fazla kaçırdık) gibi emir kipleriyle yetişmiş bir neslin baş neferi olarak yemek yeme konusunda oldukça hassas bir bünyeye sahip oldum.
Çok atasözü bilmem ama ‘yemek bulduysan ye, sopa gördüysen kaç’ sözünü hiç unutmam. Bu sebeptendir ki, pazartesileri yiyebildiğin kadar pizza ye günlerinin baş aktörüyümdür. Maliyeti minimuma indirmek için, ne zaman bir pizza akşamı tertiplenecek olsa ilk çağırılanlardanımdır, övünmek gibi olmasın. Arkadaşlara da özellikle rica ederim ki, bu tip organizasyonları bir gün öncesinden yapsınlar. Yapsınlar ki, kampa gireyim di mi ama. O gün, çift kaşarlı tost ve yarım kavanoz nutelladan oluşan hafif bir kahvaltı yaparım, her öğlen öncesi ara öğün olarak yediğim çukulatalı gofreti yemem, öğlen ise sadece bir porsiyoncuk döner ya da iskenderimi yedikten sonra akşama kendimi hazır hissederim. Zira öğle yemeği ile akşam pizza keyfi arasında tam 7 saat vardır, ki oruç zamanı bile bu kadar uzun süre aç kalmışlılığım yoktur.


Akşam vakti gelince, önce sebzeli pizzalarla başlarım ki hafif bir aperitif olsun, iştah açıcı olsun. Sonra zamanla etli ve mısırlı pizzalara geçerim. Prensipliyimdir: 12inci pizza diliminden evvel ağzıma herhangi bir içecek koymam. Mideyi boşu boşuna doldurmasın. Eskiden Big63 (big altmış üç okunur) denen bir bardak vardı. Şimdi kaldırdılar üç kağıtçılar. Kolayı ondan ısmarlardım ki, bir nevi maden suyu etkisi göstersin ve asidi sindirime yardımcı olsun. Bu şekilde de bir 8 dilim daha yaparım ve pizza bölümünü 20 dilimle tamamlarım. Üzerine hafif bir çorba ile kapanışı da yaptım mı, tamamdır. Bazen nedense iştahım olmaz, 16ya kadar düşmüşlüğüm vardır. Ama o günlerin ertesi günü de en azından güzel geçer, zira az yediğim o günlerde mide fesadı geçirmem. Mide anlıyor mu nedir, 16yı geçince ertesi gün yanma yapıyor kerata. Çivi çiviyi söker deyip 20ye alıştırmaya çalışıyorum.
Edindiğim deneyim odur ki, asla ve asla bu tip günlere bir dişi getirmeyeceksin arkadaş. 2 dilim yeyip hemen bırakıyorlar. İnsanı pizzadan soğutuyorlar. Hele bir de pizzaların kenarlarını bırakmıyorlar mı, vay anam vay, ne büyük bir israf. Bir de utanmadan kız arkadaşlarını telefonla arayıp “dün berkecanlarla sınırsız pizzaya gittik, çok keyifliydi, hayvan gibi yedi öküz…hı ıhı evet…2 büyük kolayı da götürdü… ama ben de çok yedim yeeeaağğa, beni de alıştırıyor” demeleri yok mu cinlerim tepeme çıkıyor. Zaten sanırsam pizzacılar da bu tip kızları bildikleri için düzenliyorlar böyle sınırsız pizza günlerini. Getirsinler kız arkadaşlarını, 2 dilim pizzayı sınırsız fiyatına kakalayalım bunlara diye düşünüyorlar.
Ama yemem ben bu ayakları, hedefim gelecek sefere 22 dilim pizza. Acıbadem Acili hazırlayın geliyorum…

10 Nisan 2012 Salı

Joey senin kayıp kardeşindi yavrum


Son zamanlarda sıkça geliyor başıma.
Bir olay oluyor ya da ne bileyim birisi ekrana çıkıyor, sanal alemde yer yerinden oynuyor.
Ama heyhat, ben bunları ne biliyorum ne de tanıyorum.
Friends dizisindeki, Joey’in durumu gibiyim. Ortamda ilmi birşeyler anlatılıyor, içimden ‘o da ne’ , ‘kim la bu şimdi’ diyorum, ama ortamda cahil görünmemek için sesli olarak “ya.. ya.. evet”, “ja.. ja.. javoll” diyorum.
Misal son iki örneği vereyim…
Geçenler de bi forumda gördüm, Alexis Teksas trafik kazası geçirip ölmüş diye…Hiç topic açmayan hatta yazı yazmasını da sevmeyen bi arkadaş, üşenmemiş yarım sayfa yazı döşenmiş, ağıtlar yakmış. Altına da en az 30 tane yazı yazılmış. “vay anasını”, “yazık oldu, güzel kızdı”, “kendisinin üzerimde çok emeği vardır”, “donları yarıya indirelim” gibisinden onlarca yazı. Ben de yine bir Joey tribi…Eksik kalmamak için “Allah rahmet eylesin” yazdım…
Açtım Twitter’i. Deyim yerindeyse, vay anam vay neler dönmüş serhat yaa. Alexis Teksas Türkiye’de TT olmuş. Herkes benzer şeyler söylüyor. Oraya da ‘toprağı bol olsun’ yazdım. Ne yazayım başka, tanımıyorum ki hanımefendiyi. Eksik kalmamak için her tarafa yazıyorum ama kim bu hatun bilmiyorum. Ve içim içimi kemiriyor, kim ulan bu Alexis Teksas? Niye gündemi bu kadar sarstı…Açtım google amcayı…durumu anladım. Meğer kendisi porno güzeli bir hanımefendi kızımızmış.
E tabii herkesin ilgi alanları farklı diye kendimi avutuyorum. Ama geçenlerde yaşadığım son olay artık bardağı taşırıyor.
Hepinizin malumu, Survivor denen bir yarışma program var. Herkes gibi ben de izleMİyorum, hep tesadüf denk geliyor, e denk gelmişken ben de öyle gözucundan bakıyorum. Evdeki reyting cihazı da nedense hep o tesadüfleri kaydediyor. Neyse konumuza dönelim. Şimdi ben ünlülerin çoğunu tanıyorum. Hatta, o kadar ki Gönüllülerden de Hasan’ı bile tanıyorum; Camoka yani. Ya da Anadolu Ateşindeki karakter. ‘Allah Allah, bu adam Gönüllüler sınıfında ama ben Ünlüler sınıfındaki o 2 hatunu tanımıyorum. Nasıl olur bu yav’ diyorum kendi kendime. Herhalde onlar sosyeteden o yüzden bilmiyorum diyorum. E malum biz BİM çocuğuyuz.
Oysa dün gazeteyi açmamla birlikte suratıma tokat yemiş gibi hissediyorum. Meğer Almeda (ki soyadını hala bilmiyorum) eskiden Dünya güzeliymiş. Bu yarışma için okulunu bırakmış ve şimdi devamsızlıktan kalıyormuş.
Dur bi dakka, dur bi dakka...Dünya güzeli mi? Survivor’da bir tescilli Dünya güzeli mi varmış?
Vay anasını seyirciler…Hemen google amcaya koşuyorum. O da ne!..Merve Büyüksaraç da tescili Türkiye güzeli çıkmasın mı?!..Atın beni denizlere diye bağırasım geliyor.
Sanırım artık sadece belgesel izleme devrini kapatıp, normal dünyaya dönmeliyim.
Joey!.. Abim benim.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Bir abazanın Ekşi Sözlük çaylağı olabilme hikayesi.


Dediler ki, Sanal Alem çok acayip bir şey. Misal, Twitter denen bir zamazingo var, orda kendini Ekşi Sözlük yazarı olarak tanıtırsan çok hatun kaldırıyormuşsun. İnandık tabii. Hemen Ekşi Sözlüğe girdik. Kayıt olalım dedik, bir basit email adresi yazdık, bir nickname aldık, tamam dediler. Vay anasını dedik, ne kolaymış yazar olmak. Hemen başlayalım girelim entry'leri, yakalayalım kızları...

Fakat o da ne?

Meğersem yazar olmak o kadar da kolay değilmiş. İlk girdiğin 10 entry sadece çaylak olabilme sırasına girebilmek amacıylaymış. Neyse dedik, biz de kaderimize küfreder çaylak sırasına gireriz. Gerçi araya kaynak olmak gibi birşeyler aklımızdan geçti ama ne mümkün. Olsun dedik, bakalım kaçıncı sıradayız, bakalım kaç gün sonra sıra bize gelecek ve kızlar ne zaman teklif etmeye  başlııcak.

Gözdoktorunda göz tansiyonu ölçerken açamadığım kadar gözlerimiz açıldı. Artık, faltaşı mı derler, yoksa göktaşı mı bilemem ama 89 bin küsurlü bir rakam görünce, 'Olm Ekşi Sözlük yazarlarına, kızlar teklif ediyormuş' hayalimiz de suya düştü. 89bin ulan 89bin... O kadar kişiyi toplasan bizim Estambuldaki Olimpiyat Stadı dolar, sıra sıraya dizsen ordan bizim köye yol olur. Dünya domino insanı yıkma rekoru kırarım ulan ben o sayıyla.

Başvurumuzu yaptığımızda turistlerin 'Antalya'da deniz sezonu başladı' şeklindeki bikinili haberleri daha yeni yeni televizyonların ana haber bültenlerine düşmeye başlamıştı. O kızlar memleketlerine gitti, arkasından boş ellerle ve gözlerle ağladık,  kızlar memleketlerinde kışlıklarını giydiler, Alp'lere tatile gittiler, döndüler, hatta evlerinde bahar temizliğine başladılar, ama bizim çaylak onayı hala gelmedi.

Sanırım  bu sene de Antalya'ya gelecekler, bikinileriyle 'sereserpe' güneşlenecekler ve bu yaz da bendenize teklif etmeden evlerine dönecekler.

Velhasıl kelam, Ekşi Sözlüğe yazar olmak zormuş.

Elizabeth, gel oğlum.