16 Ekim 2012 Salı

Düğün Yemeği

Trakyalı birisi olarak oldum olası o eski, usturuplu, çalgılı çengili, davullu zurnalı sokak düğünlerini, pek bir eğlenceli, pek bir neşeli ve pek bir 'ben' bulduğumu daha önce paylaşmış idim. 'Biz büyüdük ve kirlendi bu düğünler' misali, sonrasında hızlı bir mutasyona uğrayan bu düğün anlayışımızı, biraz da serzenişlerle dolu bir şekilde, şurada paylaşmış idim.



Çocukluğumdan bu yana düğünler benim için eğlence aracıydı, şimdiki gibi protokoller yoktu. Hatta herhangi bir plan program da yoktu. Gelin şurdan gelecek, arada ateşler yanacak, sen kılıcı şöyle tutacan, pastayı kollarınızı ahtapot misali birbirine geçirip yedirmeye çalışacaksınız falan filan... Olmazdı böyle şebeklikler. Gönlümüzce giyinir, gönlümüzce eğlenirdik. Sonradan büyüdük, protokoller ve ritüeller başladı. Artık evlenme törenleri, yabancı ülke cumhurbaşkanını karşılama törenleri gibi, pek bir ağır, pek bir protokol dolu oldu.



Bizim halkımızın sevdiğim bir özelliği var; bir taraftan yeni kurallara adapte olmaya çabalarken, bir taraftan da eskiye duyulan özlem ve eskiyi hala yaşatma çabası bir arada gider. Düğünlerde de bu böyle olmuştur. Misal, hayatında takım elbise giymemiş göbekli amcalar, düğün gecesi ilk kez kravat takarlar. Yalnız bu tipler 200 metre öteden anlaşılır. Zira, kravat 20 sene öncesinin modası olan bir kravattır. Aynı zamanda, kravat sökülüp takılması bilinmediği için geçen onca süre boyunca hiç sökülmediği, kalıplaşmış halinden bellidir. Gömlek de yıllar geçtikçe büyüyen göbeğe ve genişleyen enseye adapte olamadığından dolayı iki yakası bir araya gelememiş bir gömlektir.... Ama dedik ya, zaten bu ritüel en fazla 1 saat dayanabilmekte, oynak havaların, ve varsa alkolün de, etkisiyle önce ceket bele, sonra kravat da kafaya (Rambo misali) takılarak bünye iyice rahatlattırılmaktadır. Masaya çıkılmasıyla da, son safha tamamlanmış, artık o eski benliğe ulaşılmıştır.



Yine de o eski benliğe gidilmekte olan yolculuk oldukça sıkıntılı geçebilmektedir. Bu sıkıntılı sürecin ilk adımı, Düğün Yemeği'dir. Henüz 'parti' tam başlamamıştır ve yabancı ülkeden gelen cumhurbaşkanı karşılama protokolleri tam anlamıyla devrededir. Gömlek vücutta gerim gerim gerilmiş, kol düğmeleri kolları, kravat ise boynu iyice sıkmaktadır. Deyim yerindeyse yaşam mücadelesi verilmektedir.



Dayımın düğünü de aynen bu şekil bir düğün idi. Biricik dayıcıım, üniversiteyi kazandığında tüm sülaleye büyük bir sevinç yaşatmış, küçük şehirden kalkmış büyük şehire Tıp okumaya gitmişti. Bir taraftan okurken bir taraftan da gönlünü güzeller güzeli bir kıza kaptırmış, kızın da gönlü dayımda olunca, evlenmeye karar vermişlerdi. Yalnız minik bi sorun vardı. Dayım, orta direk bir aile mensubu iken, kız kültürlü ve varlıklı bir aileden geliyordu: Düğün nasıl olacaktı?



Kız tarafının davetlileri listesine bakıldığında, erkek tarafında olağanüstü hal ilan edildi. Zira kalburüstü sayılabilcek, hatta gazetelerin magazin sayfalarında isimlerini gördüğümüz bazı insanlar da davetliydi. Herkeste tatlı bir heyecan başlamıştı. Nasıl başlamasın; eşofmanlarla oturup çekirdek çitlerken televizyonlarda izlediğimiz bazı insanlarla aynı masalarda olacaktık.



En güzel giysiler giyildi, fotoğraf makineleri hazır edildi. Görmüş geçirmiş bir abimizden hızlandırılmış sofra adabı kursu alındı. Mahallenin kuaförü o gün için, parası neyse verilip, kapatıldı. Herkes çok janti olmuştu. Sami Abi bile o göbekli ve iki yakası bir araya gelemeyen gömlekli haliyle gözüme yakışıklı görünmüştü. Bu şekilde tam yola çıkacaktık ki...



Düğünün yapılacağı otele nasıl gidecektik? Yaklaşık 50 kişiydik ve sadece 2 araba vardı. Kimse de o tatlı telaş içerisinde bunu düşünmemişti işte. Hemen Babam devreye girdi, birkaç telefon konuşmasından yaklaşık yarım saat sonrasında, bir Mercedes 302S otobüs evin kapısına yanaştı. Apar topar bindik, otele nihayet vardık. Düğünün yapılacağı bahçenin kıyısında cümbür cemaat otobüsten indik. Davetlilerin neredeyse tamamı gelmiş, şaşkın bakışlarla masalarımızı bulup yerlerimizi almamızı izliyorlarlardı. Otel görevlileri, bu konuda tecrübeli olduklarından olsa gerek, 'Sami Abi uzak durma bizden', 'Ay kız Aytenleri öbür masaya koymuşlar', 'Hilmiciim ayran içtik ayrı düştük yahu' sözleri yankılanmaya yeni başlamıştı ki, hemen devreye girip hepimizi hızlıca yerlerimize oturttular. Kendimi ilkokulda 23 Nisan töreninde geçit yapacak çocukların öğretmenleri tarafından hizaya sokulduğu andaki gibi hissetmiştim.



Herkesin oturmasıyla birlikte bahçede kısa bir sessizlik hakim oldu. Şimdi herkes birbirini kesiyordu. Daha doğrusu bizim taraf kız tarafının davetlilerini resmen dikizliyordu. 'Aaa bak şu Doğu Batı dizisindeki oğlan diil mi', 'Bak bak, Çok Ciks Hareketler Bunlar'daki çocuk da burda', 'Ayol bunların ne kadar çok meşhur tanıdığı varmış' gibi fısıldaşmalar ve birbirlerini dürtmeler bizim tarafı hareketlendirmişti.



İlk heyecan yerini yavaş yavaş düğün ve protokol heyecanına bırakıp da gözler masada önümüzde dizilmiş tabak ve çatal kaşık ordusuna odaklanınca hafiften 'nooluyoruz' düşüncesi oluşmuştu. Zira masada her bir kişinin önünde üst üste üç tabak, bir çorba kasesi, bir kenarda ise çorba kasesine benzeyen içi su dolu bir kase daha vardı. Çeşitli ebatlarda ve şekillerde sıralanmış çatallar bıçaklar ve kaşıklar da bu büyük ve katlı tabağın sağına soluna ve öte tarafına yerleştirilmiş, hatta sınırları aşıp yandaki davetlinin kaşıklarının dibine kadar gelmişti.  Her kişi için üç farklı bardak vardı. Masadaki paniği sezince, anladım ki bizim hızlandırılmış eğitim hava civaymış. Hemen aklıma eğitimci abinin o son sözü geldi, aynen şöyle demişti: hiçbişey hatırlamazsanız, dıştan içe doğru başlayın. Hemen sola eğildim, yanımdaki teyze kızına, dudağımı hafifçe bükerek 'dıştan içe' dedim, kulaktan kulağa oynar gibi dıştan içeymiş, dıştan içeymiş diye fısıldaşmalar ilerledi. Masanın karşı ucundan Sami Abi ayağa kalktı kalktı, 'dıştan içe olan ne yiğenim, önce en uçtaki suyu mu içecez' diye bağırdı. Masadakiler gülüşürken, eşi Sami Abinin  bacağına kocaman bir çimdik atarak onu oturttu, kızgın yüzünden görebildiğim kadarıyla 'sus, bizi rezil ettin' gibi birşeyler söyledi.



Çorbalar geldiğinde, herkeste bir 'şimdi noolucak' stresi vardı. Sülalenin 'bilmiş' çocuğu olgusu ve eğitimden birşeyler hatırlayan yegane kişi durumunda olmam nedeniyle, herkes bakışlarını üzerime dikmişti. Gözlerimle ve başımı hafifçe eğerek kız tarafının masalarını işaret ettim. Herkes bir anda, sanki o tarafta komik bir olay olmuş gibi, o masalara doğru döndü. Çorbalarını içenleri dikkatlice süzüp, aynı hareketleri yapmaya başladılar: İlk dalgayı savuşturmuştuk. Çorbalarımızı gayet güzel içebildik.



Ara sıcaklar, ana yemek derken artık bizim taraf, diğer masaları her aşamada gözucuyla ama dikkatlice izlemekten olayı iyice kapmış, sanki yıllardır böyle yemekler yiyormuş gibi rahat davranmaya ve kendi asıl benliklerine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Bıçak ve çatalla etli yemek yeme aşamasında her ne kadar Sami Abinin eşinin kucağına uçurduğu bir tavuk butu olsa da, şarabın da etkisiyle artık butlar elle yenilmeye başlanmış, geceye fısıldama seviyesinde başlayan ses düzeyi yavaş yavaş yerini kahkahalara ve hiçbir şeyi takmamaya bırakmıştı. Tuhaf bakışlar altında, kendi öz kimliğimize yeniden kavuşmuştuk.



Bu arada gelin ve damat dayıcıım bahçeye devasa ışık gösterileri eşliğinde, yerlere konuşlandırılmış maytaplardan oluşan yoldan '4 Mevsim - Bahar' eşliğinde gelmişler, nikah da kıyılmıştı. Sami Abi'nin ve bazı genç kızların 'bas, bas, bas' tezahüratlarına dayıcıım sadece gülümseyerek cevap vermişti. Alkışlar eşliğinde ilk dans yapıldı.

Tam bizim grup, takı töreni için, toplu halde ayağa kalkıp nikah masasının önündeki boşluğa doğru seğirtmişti ki, 'takı töreni yokmuş' fısıltıları dolaşmaya başladı. Kalktığımız hızda aynen yerimize oturduk. Uzak masadan gelen ve benden sadece 3 yaş büyük olan küçük dayım 'biz gitmiyomuşuz, onlar ilk aradan sonra masalara gelcekmiş' dedi. Bu durum tüm masa tarafından oldukça garip karşılandı. Yine de üzerinde fazla durulmadı, zira müzik yavaş yavaş hızlanmaya başlamış, dans pisti kalabalıklaşıyordu. Sami Abi yavaş yavaş duruma el koyuyor gibiydi; müstakbel kayınvalidenin endişeli bakışları altında ceketini çıkardı, bir mevlevi tadında başını yana eğdi, kalın beyaz bıyığının altına genişçe gülümsemesini yerleştirip gözlerini kapadı, kollarını açtı ve o koca göbeğiyle ahenkli bir  şekilde ritm tutmaya başladı. Bu durum mahallede 'pilot uçuşa geçti'nin ilanıydı. Yan masadaki annemin babama eyvahlar olsun bakışını attığını hala bugün gibi hatırlarım.

Düğün şarkıcısının Sami Abi'nin o keyifli halini gördükten sonra, 'dur şuna daha uygun bir şarkı çalayım' psikolojisine girip, Ankara Misket çalması ise bardağı taşıran son damla oldu. Artık bizim grubun üzerindeki tüm protokol stresi gitmiş, neredeyse tamamı piste doluşmuştu. Vivaldi'den 4 Mevsimle başlayan düğün Angaralı Turgut'a doğru gidiyordu. Kasap havasına Gelin Damat havası karışıyor, halaylar ise bitmek bilmiyordu. Sami Abi kravatı çoktan kafasına bağlamıştı bile. Gençlerin bir rakı şişesini Sami Abi'nin pantolonunun ön tarafına sokuşturup göbek attırmaya yeltenmesiyle birlikte Sami Abinin eşi bir anda piste koştu, durumun tam farkında olmayan Sami Abi'nin pantolonundan şişeyi çıkardı, eliyle havaya kaldırıp gençleri kovalamaya başladı. Neşe içindeki gençler bir anda çil yavrusu gibi yakın masalara doğru dağılmıştı.

Karşı taraf olanı biteni hayretle olan biteni izliyor, sadece slow dans çaldığında piste geliyor, şarkılar hareketlendiğinde ise, pist komple bize kalıyordu. Bizimkiler kız tarafından birkaç genci kafalamışlar, onlar da halaylara eşlik ediyorlardı. Sami Abi bizim masaya çıkıp göbek atmaya başladığında etrafı komple kalabalıklaşmıştı. Altta kalmayan üç kız hızla Sami Abi'nin yanına çıktı ve iyice kıvırmaya başladı. Pilotlar iyice havalanmış, gösterge 10 bin metreyi gösteriyordu.

Bizim için başlangıçta oldukça stresli olan düğün, finalde oldukça neşeli bir hal almıştı. Müzik sustuğunda Sami Abi hariç kimsenin daha da dansedecek hali kalmamıştı. Kız tarafının gençlerinden de yoğun sevgi ve alaka gören Sami Abi düğün boyunca yeni evli çifti gördüğü her fırsatta tebrik etmiş, her ikisinin de yanaklarını avuçlarına alıp alıp öpmüş, belki 20 defa 'bir ömür boyu mutluluklar' dilemişti.

Yorgun ahali otobüse doluşurken Sami Abi kapıdan dayıma doğru haykırıyordu:
- Adab-ı Muaşeret kurallarına uyduk ama, di mi yiğenim?!

1 yorum: